
Tahsin Yücel
- Doğum: 1922
- Tahsin Yücel (17 Şubat 1933, Elbistan/Kahramanmaraş - ), Türk öykü ve roman yazarı, denemeci, eleştirmen ve çevirmendir.
Kunduracı olan Ahment Yücel'le Nuriye Münevver Hanım'ın oğludur. İlköğrenimini Elbistan Gazi Paşa İlkokulu'nda tamamladıktan sonra 1945'te İstanbul'a gelmiştir. Burda; 1953'te Galatasaray Lisesi... (devamı)
- Osmanlıca, yalnızca yabancı kökenli sözcükler almakla yetinmeyip, Türkçe'nin yapısına uymayan "dilbilgisi kuralları" da alarak birlik ve denge kurallarını yok saymış, daha doğrusu Türkçenin kendi öz yapısı dışında bir birlik ve denge kuralı aramaya yönelmiş, bunun için de sonunda Türkçeden ayrı bir dil olup çıkmıştır. Türkçe ile Osmanlıca arasındaki uzaklık Fransızca ile İtalyanca arasındaki uzaklıktan daha az değildir.
- ... bir yöneticinin 'dinlence' ya da 'seçenek' sözcüklerini kitle önünde bir kez kullanması bile bu sözcüklerin hemen benimsenivermeleri için yeterli olur. Özenti, öykünme ya da baskı nedeniyle mi? Herhangi bir çıkar kaygısıyla mı? Hayır, elden geldiğince arı bir Türkçe konuşup, elden geldiğince arı bir Türkçe'yle yazmak Türk yurttaşında bir içgüdü olup çıktığı için.
- Gerçekçilik büyük ölçüde özdekçilikle birleşir, dolayısıyla anlatıcının her düzlemde özdekçiliği benimsemiş bir anlatıcı olmasını gerektirir: yapıtlarını başlıca iki gerçeğin: katoliklikle krallığın ışığında yazdığını söyleyen Balzac bile, ayakları hiçbir zaman yerden kesilmeyen, somut bir insan olarak sunar olaylarını. Bizim özdekçiliği kimseye bırakmayan gerçekçi yazarlarımızsa, birer doğaötesel varlık, her şeyi gören, her şeyi bilen birer yarı tanrı niteliğiyle çıkarlar karşımıza. Gerçekçi anlatının bir ilkesi de işlevselliktir: Balzac olsun, Flaubert olsun, Zola olsun, söz konusu ettikleri her ayrıntı, yaptıkları her betimleme anlatının başka öğelerine göndersin, onlarla ve anlatının tümüyle bütünlensin isterler. Bizim gerçekçi yazarlarımızsa, okurlarını turistler gibi dolaştırırlar yapıtlarında, uzun doğa ve insan betimlemeleriyle, araya soktukları toplumbilimsel, tinbilimsel, felsefel görüşleriyle anlatılarını değil, bizleri aydınlatmayı amaçlarlar.
- Belki özgünlük kaygısı, belki de "resmi Fransız kültürü"nün ağır havasının yarattığı olumsuz tepkiyle, daha "muhalif" daha "Alman" bir yol seçerek yoğurdu çözümleyebilmek için yoğurt yemiş yiğitlerin soluğunu koklamaya gelince, kimse benden böyle bir şey beklemesin.
- İster yaşamda olsun, ister yazıda, ne kendimden söz etmekten hoşlanırım, ne de sözü döndürüp dolaştırıp kendine getirenlerden ama bundan kaçınamadığımız durumlar da olmuyor değil. Evinin kapısından her çıkışında sırtında çalınmış bir ceket taşımakla suçlanan bir adam düşünün. Suçlamanın ve suçlayanın niteliği ne olursa olsun, bu adam işin iç yüzünü bilmeyenlerin kendisine kuşkuyla bakmalarını istemiyorsa, giydiği ceketin öyküsünü anlatmak gibi saçma bir çabaya girişmek zorundadır.
- Neymiş bile bile işleyip de gizlemeye çalıştığım suç? Başka ülkelerde, başka toplumlarda geliştirilmesine başlanmış bir bilimsel yöntemi Türkiye'ye "ithal" ederek burada da geliştirmeye çalışmak! Bunun yasal cezası nedir? Bilmiyorum ama bu mantıktan yola çıkılınca Arap toplumunda, Arap topraklarında doğmuş olan islamlığın benimsenmesini de yüzyıllardır bütün toplumca işlenmiş bir suç olarak nitelemek, öncelikle bilimsel bir yöntem olan yapısalcılığı kendi düşüngüleri açısından zararlı bir akım olarak gören marksçıların da her şeyden önce birer "ithalci" olduklarını söylemek gerekmez mi? Gene aynı mantıkla, hem de yurtseverlik ve ilericilik adına, hastaları üfürükçülerin elinde bırakmıyorlar diye hekimleri suçlu saymaya dek gidilemez mi? Ne olursa olsun, uluslararası ekinsel (kültürel) alışverişlerin alabildiğine yaygınlaştığı günümüzde, böylesine bağnaz bir anlayışın geçerli sayılabilmesi şaşkınlık verici olur.
- Balzac, "Niçin yazıyorsunuz?" sorusunu hiç eveleyip gevelemeden "Zengin ve ünlü olmak için!" diye yanıtlar.
- Eski ve değersiz "oyuncaklar"la zaman öldüren bu insanlar yaşamları boyunca çocuk, dolayısıyla geri, dolayısıyla tutucu kalmaya yargılıydılar, oluşturdukları toplum da ister istemez çocuksu, ister istemez geri, ister istemez tutucu bir toplum olarak kalacaktı.
- İktidar da mutlu aşk gibidir, başladığı yerde biter, bir düştür yalnızca, bir güçsüzlüktür.
- İnsanlar, özellikle belirli bir ekin ve gönenç düzeyini aştıktan sonra, bir yabancılaşma, bir yalnızlık, bir yalıtlanma bunalımına düşüyor, bunalımın getirdiği içinden çıkılmaz yanılsamaların etkisiyle, hiç ayrımına varmadan, belleklerindeki ya da imgelemlerindeki alabildiğine bulanık yüzleri ilk kez karşılaştıkları bir somut yüze yansıtarak azıcık soluk almaya çabalıyorlardı.