- Ben ne yaptım? Bir hududu zorladım. Kendimin dışına çıkmak isterken, kendime rast geldim. Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım! Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım! Ben ne yaptım? En sağlam basamağı ayağımdan kaydırdım. Körlüğü zedeledim. Şimdi görünen şeye nasıl bakayım? İnsan kaderini bir rüya gibi uykuda bulur. Bu rüyayı uyanık nasıl seyredeyim? Allah'la kalabalık arasında kaldım. Boşlukta nasıl durayım?
- HÜSREV- ...Aklımız yetmiyor. Onun için çıldırıyoruz. Şu resme bak! Birtakım nebatlardan çıkarılmış boyalarıyla, muşambası ve çerçevesi karşımızda. O bir şeyin kendisi değil, taklidi. O şeyin kendisi yok, taklidi var. Bu nasıl güneş ki kendisi yok, dalgalarda aksi var.
Yaşamıyoruz. Resimlerimiz, fotoğraflarımız kadar yaşamıyoruz. Mendilimiz, gömleğimiz, potinlerimiz kadar yaşamıyoruz. Bir sigara kağıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git! Üç yüz sene sonra gel, yerinde bulursun. Belki sararmış, belki buruşmuş fakat yine o. Bir sigara kağıdı kadar yaşayamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz. - O sahte mistikler mütemadiyen kendisini nefse eziyet etmek suretiyle bir yere götüreceğini zanneder. Bu derin nüansı da İmam-ı Rabbani halletmişlerdir. Nefse bu kadar şeriat dışı ceza vermek nefsi ters tarafından yine mükâfatlandırmaktır! Çünkü nefs hiçbir şey yapamayınca, bu defa o halin keyfine düşer. Ve o kadar incedir ki, bu mesele, nefse pay vermemek için namazı lezzetle kılmayı yanlışlık sayan büyükler bile vardır. Peki lezzetle kılmayıp da nasıl kılacağım?.. Vazife olarak yapmak lazımdır! Ne o, ne bu, her şeyin dışında, namaz, en büyük vazife... Bunlar halledilir nüasnlar değildir! Bedir, o Hind fakirlerinin, papazların hali?.. Evlenmemek, yememek, içmememek...
Ashab'dan biri ramazan'da gölgede oturmuyor. Hem oruçlu, hem gölgeyi istemiyor.
Allah'ın Resulü, hemen emrediyorlar:
"Orucunu tut ve gölgede otur!" - Ve kendilerinin bir kaidesi vardı, hayatınızda bunu ölçü bilin!.. "Manasız sualin lüzumsuz cevabı"nı vermezlerdi. Ve bir sorunun cevabını da icap ettiği kadar verirlerdi.
- Şimdi ruhi ve nefsani ahlaklar: Hudutsuz aşk, haya, merhamet, doğruluk, ihlas, ruhun başlıca vasıfları... Kibir, hırs, adavet, yalan, haset de nefsin vasıfları... Ve daha nice vasfı var...
- Veli dua ediyor, diyor ki:
"-Allah'ım, istiğfarlarımdan dahi sana istiğfar ederim!"
Buyurun! Çünkü istiğfarda da samimiyet eksikliği var... "Ben bir daha yalan söylemeyeceğim, beni affet!" derken Allah'a en büyük yalanı söylüyoruz. Veli ise, böyle istiğfar ediyor. - Kadın nedir ?
İnsan kadınını ne kadar sevmelidir ki, nihayet onu aşacak ve Leyla'yı Mevla ile değiştirecek hale gelsin... Ve ondan sonra, hem de kadınla el ele büyük rejime kabiliyet kazansın.
Bir kadın istiyor... Bir kadın ki erkeği kelimelerden tiksindiği an susmayı bilsin... Bir kadın istiyor bir kadın ki, erkeğinin şahsiyetini manto gibi giysin ve sihirleri ürkütmemek, cazibe mercilerini darıltmamak hünerinden estetik bir idrakle anlayışı olsun... Bir kadın istiyor... Bir kadın ki, erkek zekasını kat kat aşan bir iç güdü sayesinde her an yenilenmek, asla tükenmemek gibi bir sanat tılsımı içinde, insana şah damarından daha yakın olan Allah'a yol verebilsin... Daima mahkum olduğu noktaları kollayabilsin ve o nokta göründü mü hemen silinmeyi, kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilsin...
Hani o kadın ?... - Siz bela kadar güzelliğiniz ile bütün belaları unutturabilirsiniz :)
- ...Şimdi, yine kendimizden olmak şartiyle, umumî mânada tarihi yoklıyalım: Timur ve ilk Osmanlı sultanları... Osman, Orhan, Murad, Yıldırım... Bu noktaya kadar sâf (aksiyonun timsalleridir, bunlar... (Aksiyon)un felsefesini birazdan yapacağımız için anlatmıyorum. Fakat, belirtmiştim ki, imansız (aksiyon) olamaz. Besbellidir ki, aşksız iman olamaz, disiplinli ve ahlâkî ölçüsü yerinde olmayan (aksiyon) ise hiç olamaz. Bunlar, saydığım isimler, büyük, o büyük (aksiyon) vasıfları yüzünden ilk fetihlere ermişlerdir.
Bunların arkasından karşımıza bir Fatih Sultan Mehmed çıkıyor, bir Hadîsin de bütün hikmetine nail olarak, İstanbul'u fethetmek gibi bir mazhariyete eriyor. Bakın, (aksiyon)culuğuna!
(Duyulmuyor sesleri...)
"- O duyulmayan sesi bir yükseltsem altında toplanmaya gelir miydiniz, gelmez miydiniz?" (Gülüşmeler, gelirdik, sesleri...)
Fâtih; önüne bir zincir çekerler, biliyorsunuz, gelir, gemilerine insan aklının kabul etmiyeceği şekilde yol açar. O devrin fennî imkânlarına göre harika iş... Dağlardan Halic'e donanma indirmek... Bizanslı uyandığı zaman, bütün donanmayı Haliç'te görür. İşte (aksiyon) budur, olmazı yapmak... Fatih bunu yapabiliyor; çünkü imanı var, şevki var, aşkı var, gençliği zindeliği var...
Gençlik yaş işi değildir. Ruh işidir. Yavuz da aynı... Mısır, İslâm birliği gayesi... Tarihî tabloları çabuk geçiyorum; fikri, zamana rahat sığdıralım diye. Evet; Yavuz, Mısır'ın fethi, Çaldıran vesaire... En parlak (aksiyon)... O devirde, Yeniçeride bozulma başlamıştır. (Aksiyon)cunun büyük hareketi malûm... Atını sürüp aralarına:
"- Karılarının yanına gidecekler dönsün, benimle gelecekler gelsin!" (Aksiyon)cu budur. Biraz sonra (Napolyon)da anlıyacaksınız bu sırrı... Yavuz... Ve nihayet Kanunî... Şimdi burada büyük tarihî bir sırra dokunacağım. Kanunî şüphesiz ki, büyük bir padişah... Amma, Osman'ların, Orhan'ların, Murad'ların, Fatih Sultan Mehmed'lerin ve Yavuz'ların eseri artık kemâline gelmiştir ve O'na bir büyük mirasyedi gibi, bunun başına geçmek düşmüştür. Yâni, kendisinden evvel başlamış bir (aksiyon)u, arkasından tâkipetmek... Önünden çekmek değil... Yoksa, Kanunî kendi şahsıyla büyük değildir, devriyle büyüktür. Nitekim Viyana önünde fütuhatımızın artık durması, (aksiyon) kabiliyetimizin ve onu besleyen iman ve aşk kabiliyetimizin, yavaş yavaş gölgelenmeye başladığının delilidir. Artık Viyana fethedilemez, niye? O devrin, içtimaiyatçı gözüyle şartlarına bir göz atanlar anlar ki, Viyana gerçekten fethedilemez artık... Çünkü ruh pörsümeğe başlamıştır. Bu hâlin ilk mes'ullerinden biri, Yıldırım'dır. Yıldırım, ilk içki içen padişahtır. İlk defa altundan düğmeler takınan "zibü fer" içinde gezinen hükümdar... Esirdir, karısı Sırp prensesine, ruhen... Bütün faziletlerine, meziyetlerine, (aksiyon) ruhunun şahdamarı olan atılganlığına ve gözükaralığına rağmen, Yıldırım, bu ruhun iç nescini, ahlâk dokusunu, ilk defa yaralamış, örselemiş, bozmuş olandır. Mâna bozulunca da, madde kabiliyetinin ve körükörüne atılganlığın hiç bir kıymeti kalmıyor. Yıldırım'ın devrinde cemiyet taze, genç, sâf ve iman dolu olduğu için, sarsıntı, helak edici olmamıştır. O devirde din adamının ne büyük insan olduğuna bakın! - Küfür, varlık ve ruh hisarımızı baştanbaşa; taş taş yokladıktan sonra, bizi en zayıf bulduğu noktadan vurmak istiyor. O da, kendisini Müslüman sanan ve şuursuz bir şahadet kelimesi ve kalbin refakat etmediği beş vakit namazın sesi altında uyuyan insanları uyandırmak kabiliyetinde bir adam çıkınca, onu lekelemek, bu oyuna kolayca inandırmak; ve asırlar boyunca aldatılmış ve apıştırılmış olan bu kitleyi yine aldatıldığı vehmiyle dağıtmak, teker teker nefs deliğine kaçırmak, başsız ve rehbersiz bırakmak..
Anlıyor musunuz??? Allah rızası için bu hikmeti, anlayanlar anlamayanlara, bir kere, bin kere, milyon kere anlatsın!