- Mustafa Kemal, bir yolunu bulup, gece yarısı Dolmabahçe Sarayı'ndan kaçmış. Onu herbir yerde aramışlar, İstanbul'un altını üstüne getirmişler. Sabaha doğru, Sarıyer'de bir balıkçı meyhanesinde bulmuşlar. Rum balıkçılarla rakı içiyor, sirtaki oynuyor, onlarla birlikte çok sevdiği thalassa türküsünü söylüyormuş, Mustafa.
- Karizma sözcüğü gelişigüzel kullanılıyor şu sıralarda. Ama asıl karizmanın ne olduğunu anlamak için, onu şöyle bir görmek yeterdi. Boyu, günümüzün ölçülerine göre kısa sayılabileceği halde, (çünkü iyi beslenme, vitaminler ve spor sayesinde, Türklerin boyu uzadı artık) Mustafa Kemal öyle biçimliydi ve öyle iyi giyinirdi ki, uzun boylu izlenimini verirdi.
- Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlarla erkekleri bir arada eğlenmeye alıştırmak amacıyla boyuna balolar verilirdi.
- Dikkat edilirse, Atatürk değil, hep Mustafa Kemal diyorum. Çünkü altmış yıldır Atatürk diye diye, bayağının bayağısı hamasî sözler söylendi, berbat bir edebiyat yapıldı. Atatürk adı bir yığın çıkarcı politikacının ağzında kirlendi, gerçek Mustafa Kemal ile uzaktan yakından ilgisi olmayan nerdeyse gerici bir kavrama dönüştü. Oysa gerçek Mustafa Kemal tam anlamıyla bir devrimciydi. 1789 Fransız İhtilâli kadar radikal bir değişim yaptı memlekette. Giydiğimiz kılıktan tutun da okuyup yazdığımız harflere kadar her şeyi kökten değiştirdi. İşte bu yüzdendir ki, onun devrimci kişiliğine inananların, kendilerine Atatürkçü değil de, Kemalist demelerini daha yerinde buluyorum.
- Mustafa Kemal?in öğretmenlik tutkusu ömrü boyunca sürdü. Fırsat buldukça, yaşları ne olursa olsun, karşısına çıkanları sınava çekerdi. Onun bu merakı yüzünden bizim okul az kalsın kapanacaktı: Biz son sınıftayken, bir baloda (Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlarla erkekleri bir arada eğlenmeye alıştırmak amacıyla boyuna balolar verilirdi) sınıf arkadaşlarımızdan birini sınava çekmiş. Ona ?renk? sözcüğünün İngilizce nasıl yazıldığını sormuş. Kendisi İngilizce bilmiyordu ama, bu sözcüğü İngilizlerin ?colour?, Amerikalıların ise ?color? yazdığını biliyordu. Oysa biraz cahil olan sınıf arkadaşımız hiç kitap okumadığı için, bunun farkında değildi, eline kalem kağıt alıp ?color? yazınca, Mustafa Kemal, ?kızım, sana Amerikanca değil, İngilizce yaz demiştim? diyerek kızı uyarmış. Kafası büsbütün karışan sınıf arkadaşımız da ?ingilizcede böyle yazılır? diye direnince, Mustafa Kemal, öğretmenlere özgü öfkelerden birine ka-pılmış, ?anlaşılan sizlere iyi İngilizce öğretmiyorlar; o okul kapanmalı? demiş. Diploma almamıza üç ay kala bunu duyunca bir hayli telaşlanmıştık. Hattâ sınava çekilmek üzere Ankara?ya beş kişilik bir heyet göndermeyi düşündük. İyi ki Mustafa Kemal?in bu öğretmenlik öfkesi gelip geçici oldu.
- O sırada on iki yaşında olduğum için, Latince alfabesinin kabulünü çok iyi anımsıyorum. İki yabancı dil öğrenebilmiş, normal zekâda bir çocuk olduğum halde, kendi dilimi doğru dürüst okuyamıyordum. Arap harfleri Türk diline tamamiyle ters düştüğünden, şaşkına dönüyordum Arap harfleriyle yazılmış bir metin karşısında. örneğin, Türkçede en çok geçen u, ö ve ü harfleri yoktu Arap harfleri arasında. Onların yerine ?vav? vardı ve bu ?vav? beş ayrı biçimde okunabilirdi. ?Projektör? sözcüğünü bildiğim halde, bunu ?perveşkütür? okumama, annem ile üvey babam çok gülmüşlerdi. Yalnız ilkokul diploması olmayan ben değil, uzun yıllar okuyan benden yaşlı insanlar da kendi dillerini yanlışsız yazamıyorlardı. Okuma yazma oranı ise perişan bir durumdaydı.
- Anadolu'dan göç, ancak 1950'de başladı ve gittikçe ivme kazandı. Eski İstanbullular, kendilerini bir çeşit aristokrasi sayıyorlar artık. Kimi zaman benimle konuşan bir şoför ya da bir bakkal, "ben Kont dö bilmem neyim" ya da "ben Lord bilmem kimim" edasıyla, "teyze, ben doğma büyüme İstanbulluyum" diye övünüyor. Eski İstanbul'un çekiciliğinin büyük bir kısmı, ikisi de artık ortadan yok olan, iki etnik gruptan, Rumlardan ve Beyaz Ruslardan kaynaklanıyordu. Rumlar, kendilerinde çok bol olan yaşama sevincini, sanki boca ediyorlardı İstanbul'un üstüne. Biz Türklerin başlıca doğuştan hüzünlü olmamızdır bence, onlar ise doğuştan neşelidirler. Türk sarhoş olunca, ya ağlar, ya kavga çıkarır. Rum ise, sarhoş olunca, oynayıp şarkı söyler.
- Ben, "yemeyeceğim" dedim. Öğretmen de hiç itiraz etmedi, "nasıl istersen" dedi. Oysa ben, "birazcık ye, n'olur" diye yalvarıp yakarmalarına; "seni şuraya götüreceğiz, sana şunu alacağız" diye vaatlerde bulunmalarına; hattâ, yerken beni eğlendirmek amacıyla, kimi zaman konukların bile katıldığı küçük show programları yapmalarına alışıktım.
- Başladığım kitabı, kötü de olsa bitirmek huyundan Fethi Naci'nin bir sözü sayesinde kurtuldum: "Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?" demiş Fethi Naci.
- Gelgelelim, on beş yaşından sonra futbolu bırakmak zorunda kaldım ve eski yosmalar yaşlanınca olağanüstü erdemli görünmeye özen gösterdikleri; artık aşiftelik edemediklerinden, kendilerinden genç kadınları aşifte olmakla suçladıkları gibi, ben de futbol oynayamayacak yaşa gelince, futbola düşman kesildim. Futbol merakım baltalamak için, elimden geleni yaptım. Portekiz'i yıllarca yöneten diktatör Salazar'ın, "3F" sayesinde ülkesinde egemenlik sağladığını ikide birde anlatıp durdum. Bu 3F'den birincisi Fado {Portekizlilerin bizimkinden kat kat daha güzel olan arabesk müziği), ikincisi Fatima yani din (çünkü 1917'de Fatima adlı bir köyde Meryem Ana üç küçük çocuğa sözde görünmüş ve orası bir hac yeri olmuştu), üçüncüsü de futboldu.