- ''?Moltke güçlükle kaçabildi. Buna rağmen hatıratında diyor ki: ''Silâhlı milletin, en canlı örneği Türklerdir. Bu ülke köylüsünün orak, kâtibinin kalem, hatta kadınlarını etek tutuşunda, silâha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk, ata biner gibi oturur ve keşfe yollanan uyanık nefer gibi yürür. Silâhın ruha verdiği güveni her Türk'ün bakışında görmek mümkündür. O doğduğu günden beri silâhlıdır. Bundan dolayı hayata ve hadiselere güvenle bakmayı da öğrenmiştir.''
- Ve Namık Kemal'in dediği gibi: ''Milleti kurban edenler, millete kurban olur.''
- ''Kısası şudur: Ölü sayılan bir milletten; medenî milletlere eşit bir Türkiye, bir Türk milleti. Ezilen milletlere kurtuluş yolunu gösteren bir rejim... Feragatin verimindeki büyüklüğe bakınız. Şunu da hemen ve önemle kaydetmeliyiz ki, feragatin ve ölümden yılmazlığın zekâ ve bilgi ile, birleşik olması başarıyı tamamlayan nedenlerin başındadır. Yoksa yalnız ölümden korkmamak, yalnız ölmek; ortaya bir eser değil, bir mezarlık çıkarır. Sadece feragat ise verimsiz bir acı olur.''
- ''Bir tek cümle eklemek gerekirse, o da şudur: Türk genci! Atatürk'ün sana emanet ettiği Cumhuriyeti korurken, sen de dimdik ayakta duracaksın, sen de, şimşekli boraların yıldırımları içinde göz kırpmadan bekleyeceksin.. Alınlar yüksekte... gözler ilerde! Aşacağın yollar uzundur. Taşlı, çakıllıdır... Sen bu mesafeleri gerektiğinde yalın ayak aşacaksın... Ayakların kanayacak, acıyacaktır... Fakat mutlaka aşacaksın. Mesafeler kanayan ayaklarının altında bitecek... taşlarıyla, çakıllarıyla eriyecek, amacına yol açacaktır. Kalpler yüksekte hep ve daima ileri!''
- ''Şu ciheti de belirtmeliyim ki; ben komünist değilim. Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Tıpkı Uhud şehidi Said ankedotu gibi Peygamberimizin arkadaşlarından Sadi, Uhud'da şehit olarak ölürken başucunda bulunanlara demiş ki: ''Gidiniz!... Peygamber'e deyiniz ki, onun şehitlere müjdelediği cennetleri görüyorum ve şimdi oraya girmek üzere bulunuyorum"!'' Said Müslümanlığa bu kadar inanmıştı. Ben de Türk birliğine bundan fazla inanıyorum. Onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni bölümlerini Türk birliğiyle açacaktır. Dünya, sükûnunu bu bölümler içinde bulacaktır. Kâşgarlı Mahmud'un ''Divan-ı Lügat'it Türk''ünde dediği gibi: ''Tanrı; Türkü, insanlık, şerirlerden, şakilerden kurtulsun diye yarattı''
- ''Erzurum Kongresi sıralarında, bir gün Atatürk, Erzurum Millet bahçesinde gezinirken, millet, etrafını almaya başladı. Atatürk'ün yüzüne bakan, halk bir ağızdan bağırdı: ''Yaşasın Cumhuriyet!'' Düşünelim bir kere, bunu bağıran kimdi.. Türk halkı... hem de öz Türk halkı. Bu halk, arkası gelmeyen savaşlarda bunalmış, sırtında yırtık gömleğiyle, ayağında yarım çarığıyla, yeni kurtuluş savaşlarına girmek üzere bulunan bir halktı. Açtı, çıplaktı. Fakat açım, çıplağım! diye bağırmadı, ekmek dilenmedi. Fransız İhtilâli'yle son Türk İhtilâli'nin başlangıcı arasında fark, psikolojik fark bu kadar büyüktür. Fransız İhtilâli ekmekle başladı. Fransız Cumhuriyeti de bunun verimi oldu. Türk ihtilâli ve Türk Cumhuriyeti baylık davanın verimidir. Türk önce ekmeği değil, baylığı istedi ve aldı. Demek oluyor ki, bizde milletin seviye geriliğinden bahsedenler, kendi seviyesizliklerini ispat etmiş oluyorlar. Demek oluyor ki, Türk milleti oldu bittileri kabul etti gibi yanlış bir düşüncede bulunanlar, Türklükten, Türk tarihinden ve bütün milletler tarihinden gafil bulunuyorlar''
- ''Fichte, ihtilâlleri insanlık için yalnız tabiî bir hal olarak kabul etmez. Aynı zamanda bunları insanlığın bahtında uğurlu verileriyle de kutlar. Fichte'ye göre, bir ihtilâl ne kadar az başarı sağlarsa sağlasın yine bir tohum bırakır.. Ve bu tohum gitgide canlanır. Hiç olmazsa, cismi kadar kapladığı yerde eskiliğin yerini alır. İhtilâl ne kadar geri gelirse gelsin mutlaka bir şey bırakır. Bu görüş, çok yerindedir. Baştan başa realitedir.''
- ''J.J. Roussea'ya göre: Egemenlik kayıtsız ve şartsız ulusundur. O, kurumlarında istediği gibi tasarruf eder. Hattâ kral, Sultan, prens bunlar, egemenliğin ortağı değildirler. Görülegelen memurlardır... Millet, istediği vakit bunlara kapıyı gösterebilir. Kendilerine yol verilince birşey iddia edemezler; iddia etmeye hakları yoktur. Rousseau: ''Düşündüğüm şeyleri yapmak isterdim.. Yapmak elimden gelmediği için yazdım.Yapmayı başkalarına, yapabileceklere bırakıyorum'' diyor. Rousseau'nun fikirlerine ekleyecek bir şeyimiz yoktur. Açıktır. Ve ihtilâlcidir. Amerikalı meşhur Ceferson ''Her yirmi senede bir, mutlaka bir ihtilâl olması, her millet için iyidir'' derdi. Ve bunu âdeta iman ile söylerdi. İhtilâli insanlığın yükselmesine, ilerlemesine belli başlı bir vasıta sayıyordu. ''Milletlerin ihtilâl hakkı, tartışma götürmez, milletlerin kurumlarını değiştirebilmeleri en tabiî haklarındandır. Bunları değiştirmemek, milletlerin mukadderatıyla uzlaşamaz. Zira yeryüzünde insanın mânası, evrim ve gelişmedir... Evrim ve gelişmedeki engelleri kaldırmak onun yaşama hakkıdır. İnsanın yaşama hakkı inkâr edilebilir mi? Milletler amaçlarını yitiren kurumları değiştirebilecekleri gibi kaldırabilirler de. Bir kurum yoktur ki ferdin, kamunun evrim ve gelişme gayesini sürekli olarak tutabilsin. Tutamaz. Bu, mümkün değildir. Değişmez prensip yoktur, fena kurumların yeni düzene karşıt olanların mutlaka değiştirilmeleri, kaldırılmaları birer gerekçedir. Kötü müesseseler; boğucu, çürük saman ateşine benzerler. Bunların söndürülmesi gerekir. İyilerine gelince, bunlar da aydınlata aydınlata kendi kendilerini yer ve bitirirler.''
- ''Gençler! Buna inanınız! Ve bunda şüphe etmeyiniz! Dünyaya, dünyanın ve milletlerin bahtlarına hâkim olan fatih kılıçları değil; düşünen adamların fikirleridir. Fikir, müeyyide olarak kuvveti de yanında bulursa başarı daha tez olur. İhtilâllerde, dikkat edilecek yönlerden biri de, şekil düşkünlüğünden kaçınmaktır. İcraat, yeni rejimin ana hatlarını kavramalı ve imkân elverdiği kadar tez elden eskiliğin yerini almalıdır. Öyle bir çabuklukla ki, kaytaklık gözünü açmamalı, ses çıkarmaya vakit bulamamalı, birbirini takip eden yenilikler karşısında bunalıp kalmalı, sersem bir hale düşmeli, yerlere vurulmalıdır. Unutulmaması gereken işlerden birisi de propagandadır. Davanın büyüklüğüne inanarak, ihtilâl propagandadan yoksun edilmemelidir. Bu, ihtilâli büyük bir kuvvetten ayrı düşürmek olur. Kont Kavur, yerli yersiz, boyuna İtalyan birliğinden söz eder dururmuş! Bir gün kendisine, bunun artık yavan bir şey olduğu anlatılınca gülmüş ve ''Yanlış düşünüyorsunuz, bu birliği o kadar söylemek lâzım ki, daha olmadan herkese olmuş kanaatini vermek ve günün birinde hiçbir güçlük çekmeden olmasını sağlamak lâzımdır!'' demiş. Tarihe dikkat edilirse, İtalyan birliği, varlığını, büyük ölçüde Kavur'un dediğine borçludur.''
- ''Kendi hesabıma son sözüm şudur: Bir ihtilâl, hangi milletin hesabına yapılırsa, mutlaka o milletin öz evlâdının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır. Meselâ: Türk ihtilâli, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız ve şartsız. Yabancıların yardımıyla başarılan ihtilâller, yabancılara borçlu kalırlar. Bu borç ödenmez. Türk'ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğunun bahtsızlığı, ekseriya, mukadderatını Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır.''