- Atatürk laisizmle Türklüğü akıl hürriyetine kavuşturmuştur. Türkler dünya işlerine yalnız akıl yolu'yla düzen vereceklerdir.
- Yalnız övünmek, bu yüzden de övülmek zaafı bizi kendi kendimizi. çevremizi ve çağımızı öğrenmekten mahrum bırakmıştır.
- Halkevleri neydi? Birer kültür kulübü! Türk folkloru bu evlerde gelişti. Bu evlerin sahnelerindeki amatörler daha sonra birinci sınıf sanatçılar arasına geçti. Öğretmenler, memurlar, serbest meslekten olanlar eşleri ile beraber halkevlerine geliyorlar, içtimai hayatın serbestleşmesine önayak oluyorlardı. Yerliler uyandıkça bunlara katılıyorlardı. Yobazlık 1950'den sonra sadece kadınlık hürriyetini önlemek, kadını yeniden çuvala ve kafes arkasına tıkmak için halkevlerine düşman kesilmiştir ve kapanmalarını istemiştir.
- Düşününüz: Yirminci yüzyılda ilerleyen memleketler görmüşsünüzdür. Kalkınan, duraklayan, yerinde sayan memleketler de görmüşsünüzdür. İlerlemişken, pişman olmuş gibi, gerileyen bizden başkasını gösterir misiniz?
- "Yeni yazının eskisinin yerine geçmesi için ne kadar süre düşündünüz?" diye sordu. Azınlık beş çoğunluk on beş yıl süre verdi. İlk zamanlar okullarda iki yazı da öğretilecekti. Gazeteler bir kaç fıkrayı yeni yazıyla dizeleyecek, yavaş yavaş artıracaklardı. "Varsayalım on beşinci yılda gazetelerde yarım sütun Arapça yazı kaldı. Ne olacak biliyor musunuz? Herkes yalnızca o yarım sütunu okuyacak. Bir savaş, bir buhran çıktı mı bizim yazı da Enver'inkine dönecek." Enver Paşa'nın (eski yazıya göre) daha fazla yazı devrimi diyebileceğimiz denemesi birinci dünya savaşı olur olmaz suya düşmüştü. "Ya üç ayda yaparız, ya hiç yapamayız." Buna ben de şaşırmıştım doğrusu. Üç ayda bir millete yazı değiştirtmek... Bunu da başarabilecek miydi?
Mevsim sıcaktı. Bir akşam kendisini Saray Burnu'nda bir halk eğlencesine, Büyükada'da bir baloya davet etmişlerdi. Sarayburnu bahçesindeki halk kalabalığını gördükten biraz sonra: "Bana bir defter veriniz." dedi.Galiba garsonlardan birinin cep defterini aldı ve yazmaya koyuldu. Bir aralık beni yanına çağırdı: "Bir kez gözden geçir bunları sana okutacağım." dedi. Latin harfleriyle ilk Türkçe yazıydı. Diktatörler halk kalabalığından korkar. Rastgelenin katıldığı kalabalık, polis için en şüpheli "bilinmeyen" dir. Atatürk, halkın kendine yalnız kendi iyiliğini ve yükselişini isteyen bir kahraman gözüktüğüne inanan bir devrimciydi. Halk kalabalıklarında kendi asıl gücünü görürdü. Ara sıra: "Halka giderim." demekten ne anlatmaya çalıştığını o akşam da anladım. Halk yazı devrimi müjdesini çılgınca alkışlıyordu çünkü bu devrimi halk için, halk adına yaptığını onlara anlatabiliyordu.
Daha sonra Büyükada'ya gitmiştik. Kıyıdan bahçeye çıkınca, orta binadan tuvaletli hanımlar, smokinli beyler kendisini karşılamak üzere ilerledikleri sıra bana eğildi: "Çocuk" dedi "orada yaptığımızı burada yapamazdık." O bir saray idarecisi değildi. Sonra Anadolu'ya, köylere çıktı. Bir kara tahta üzerinde yeni yazının ilk derslerini verdi ve üç ayda "başardı." - Atatürk, Türk tarihinin ve dilinin inkâr edildiği çağın adamıydı. O çağın edebiyatına göre Türklerin medeniyet tarihinde yeri yoktu. Türkçe ne ilim ne de edebiyat dili olabilirdi. Atatürk, milletini nesillerden beri sürüp gelen bu aşağılık duygusundan kurtarmak için kendini dile ve tarihe verdi. İkisinde de bu asıl duyguyla, zorlamalara kadar gitti. Bir zamanlar sözlüğe alınan her sözcüğün Türkçe olup olmadığını açıklamaya çalışma isteği bu yüzden arttı.
- Köşkün hol'ünde oturuyorduk: "Ne işi var bu donanmanın İzmir limanında?" dedi. Sonra aramızdaki ev sahibi hanıma: "Siz Fransızca yazabilir misiniz?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca: "Yirmi dört saat içinde İzmir limanından çıkıp gitmesi için, filo komutanına bir ultimatom yazınız." dedi. Zayıflar yine baygınlık geçirdi. "İngilizlerle harbe tutuşacağız... her şey bitecek..." diyorlardı. Mustafa Kemali vazgeçirmek mümkün değildi. Fakat yirmi dört saat sonra Birinci Dünya Savaşı'nı kazananların zafer donanması demir alarak ve Türk sancağını selamlayarak, ağır ağır limandan uzaklaştı.
- Kırmızı Fes: Geçenlerde bir grup Yugoslavya'ya gitti. Gezi hikayelerini gazetemizde okuduk. Milletvekiller, ziyaretlerinin sonunda Tito tarafından kabul edilmişler. Tito kendileriyle konuştuğu sırada Arnavutluk'a gittği zaman tuhaf çarşaf ve peçeleri içinde müslüman kadınları görünce gülmekten kendini alamadığını anlatmış ve demiş ki: "Sonra düşündüm; eğer Atatürk olmasaydı ben bunlara gülmeyecektim..." Bu fıkra bize Atatük'ün baışndan geçeni hatırlattı: Batı Trablus'una giderken Sicilya'ya uğramış. Başında kırmızı fes varmış. Arabayla dolaşırken Sicilya çocukları kendisini limon kabuğuna tutmuşlar. Derdi ki: "Ben Sicilya çocuklarına kızmadım. Bizi çocukların bile alayına düşüren kırmızı fese kızdım."
- Bu konuşmalarda Mustafa Kemal'in bir liderlik vasfını daha öğrendim. Herkesi sonuna kadar söylemekle serbest bırakmak ve hiç hoşuna gitmeyecek fikirleri dahi sonuna kadar dinleme sabrını göstermek! Kesin kararını verinceye kadar böyle idi. Bu kesin kararı da herkesle beraber, herkesle inanarak, ortaklaşa bir karar haline sokmaya dikkat ederdi. Bir gün "Arkadaşlarla verdiğimiz karar" diyebilmeli idi. Çocukluk arkadaşı ve yaveri Salih Bozok der ki: "Fikirleri kendisince hiçbir değeri olmayan kimselerle görüştüğünü çok görmüşümdür. Hatta bir defasında dayanamayıp: "Paşam, dedim, şu fikir danıştıkların arasında öyleleri var ki şaşıyorum. Bunların fikirlerine nasıl olsa sonunda katılmayacaksın. Ne diye birer birer çağırıp karşında söyletirsin?" Atatürk şu cevabı verdi: "Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir fikri aşağı görmemek lâzımdır. Sonunda kendi fikrimi tatbik edecek bile olsam, ayrı herkesi dinlemekten zevk alırım."
- Öyle şartlar içinde Mustafa Kemal'in yaptığını yapacak cesarette demiyorum, belki ondan gözüpekler vardı, azminde demiyorum, belki onun kadar azimli olanları vardı, bilgi de demiyorum şüphesiz ondan bilgili olanlar da vardı, fakat kırk yıllık ömrümde onun liderlik dehasında hiç kimseyi tanımadım. Mustafa Kemal, anasından tam gününde ve saatinde doğmuştu.