Adalet Ağaoğlu
- Doğum: 1929
- 13 Ekim 1929'da Nallıhan'da dünyaya geldi. Babası, kumaş tüccarı Hafız Mustafa Sümer'dir. Dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu ve tek kızıdır. Kardeşleri Dr. Cazip Sümer (1925-1975), oyun yazarı, oyuncu Güner Sümer (1936-1977) ve işadamı Ayhan Sümer (1930)'dir.
İlköğrenimini Nallıhan'da tamamladıktan sonra 1938... (devamı)
- İç sesleri çoğalta çoğalta yaşanır (mı?) Aşk; ten ürpermesi, göz kararması, iç dinginliği; iki kişiyi sarıp sarmalarken ruh üşümesi...
- Adam "hayır" diyecek, "bunu söylemediniz." giderek kendimize daha kalın kabuklar ediniyoruz, dikenli duyargalarımızı daha çabuk içeri çekiyoruz, dediniz. Kabuklu hayvanlara benzedik; öyle ki, titreşimlerimizin suyun gel-gitlerine mi, kendimize mi ait olduğunu, ruhumuzun mu bedenimizin mi üşüdüğünü başta kendimiz, artık kimse kestiremiyor. Onun için kabuklarımıza dokunmamız, dokunmamız, denizlerin derinliklerinde, mağaralarında da birbirimizi ve kendimizi aramaya gitmemiz gerek dediniz.
- Artık gelecek yılın pembe Mercedes'ine, ya da alev rengi bir BMW'ye her zamankinden yakın. Vazgeçilemeyecek kadar yakın. Aniden ama bu, Kezban'a da aynı oranda yaklaşması demek. Kavuşmadan. Çünkü 76'da, 77 icadı bir başka özlem yeniden Kezban'ın yerini alacak. Bir süre için. Bir süre için derken, 78 yılı bir apartman katına falan bağlanmak demek olacak. Bunu da çabuklaştırmak gerekecek. Her şeyi çabuklaştırıp Kezban'ı geciktirmek. Her şeyi öne alıp Kezban'ı geri itmek. ...
- İntihar etmeyeceksek içelim bari?
- "''Acılaşıyorsun'' dedi, aynalardaki üç tane kendinin üçüne de. İçinde küçük bir istek kalmış olduğunu sanıyordu. D'yi duymak isteği. Ancak bu istek, buzullar serinliğinde, uzay dinginliğindeki, yeri menekşe taşlarıyla kaplı odada daha iki adım atar atmaz ölüyor. Tümüyle sönüp sörpüyor. Askıda, kararsız bir özlem, gerçek bir özlem midir? Kan bağıyla gelen, seçilmemiş bir özlem nasıl gerçek olabilir? Dağılıp sönmeye yazgılıydı bu özlem."
- Ne zaman yalnız kalsa, ne zaman karanlık bir gecede yürüse, uyusa, uyansa, içinde bu karmaşık ve güçlü uğultu. Sanki yürümüyor, uyumuyor, düşünmüyor. Koşuyor, hep koşuyor. Binlerce ses tonu, bu seslerin çeşitli yönlere dağılıp dağılıp toplanması, her dağılımın ardından yeni, garip bir bütün oluşturması: Hani bütün harfleri boşluğa saçarsın. Hepsi, güçlü bir esintiyle her bir yana uçuşurlar, uçuştukça ilkin hiçbir anlama gelmeyen heceler, sözcük kümeleri, giderek de ahenkli ve anlamlı bir tümce oluştururlar. Uyumlanırlar... İlk bakışta bize öylesi yabancı bir tümcedir ki, anlamsız sanırız. İpi ancak göğüslemişizdir. Hızın hızı bizi hâlâ sürüklemektedir. Bu sürükleyiş içinde, ipi göğüslediğimizin bile ayrımında olamayız, kendi içinde uyumlu tümcenin ayrımında olamayız, derken yavaş yavaş duruluruz, soluğumuz düzene girer, her şeyi tek tek seçmeye başlarız, görürüz, anlarız. O tümce biziz. Bizim koşumuz. Sinirimiz, kanımız, geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimiz, esen yel, yakan güneş, toprak, taş; asfalt, egzozst ve iğdelerin kokusu; buz, kar, ilkbahar çiçekleri; tutkumuz, özlemimiz, sevişmemiz, sevişememelerimiz, özsuyumuz, terimiz; ipi göğüsleme umudumuz, göğüsleyememe korkumuz; kazanma isteğimiz, kazanmaya karşı durma eğilimimiz... O kadar karmaşık, o kadar da anlaşılabilir bir tümce.
- Acaba hiç kendim olmuş muydum? Hiç kendimiz olduk mu? Görevlerin birlikte götürülmediği bir yerim oldu mu hiç?
- Her şey için hep erken. .. Sonuç: Geç kalmak.
- Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek.
- Birer koltukta karşılıklı oturup sigara içmiştik. Ruhi Su?dan halk türküleri söyleyip Nazım Hikmet?ten şiirler okumuştuk. Bizim hala kurtarmayı başaramadığımız ülkeyi onların nasıl kurtaracaklarını anlamaya çalışmıştım.