- ''Mektepten istifa ettim. Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. Çocuklarımıza Türkçe okutmak, öğretmek, sevdirmek onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini kendi dillerini, güzel şey büyük şey. Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cephede daha büyük daha güzel. Biliyorum: iş bölümünden bahsedeceksin. Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek, bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü. Öyle günlerde yaşıyoruz ki ben bir iş yapabildim diyebilmek için: hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.''
- ''Ve Türkistanlı Hacı Ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makineli tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı. Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü ve ay ışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık, dayandık her yanda, dayandık İzmir'de, Aydın'da, Adana'da dayandık, dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te. Antepliler silahşor olur, uçan turnayı gözünden kaçan tavşanı ard ayağından vururlar ve Arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.''
- «Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık, İstanbul'da bulunan nazır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?» (Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)
- ''«Paşa hazretleri, Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri. Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. Vaziyet vahamet kesbediyor efendim. Paşa hazretleri, Emri devletlerine muntazırım.'' 16 Mart 1920
- ''Ve kadınlar, bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız; ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız. şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.''
- Şark üstünde çıplak esirlerin aç geberdiği toprak! Şarklıdan başka herkesin orta malı olan memleket! Açlığın kıtlıktan öldüğü diyar! Ağzına kadar buğdayla dolu ambar! Avrupanın ambarı!
- Burası bir medresedir. Dışarısı içeriye girmesin diye duvarları kale duvarı gibi yapılmış ve içerinin dışarıya çıkmaması için pencerelerine kalın demir parmaklıklar takılmış bir medrese... Şimdi medrese boştur. Mahallede ağaç ve ağaç dalları üstünde kuşlar bulunmadığından mahalle çocukları bu boş medresenin camlarını nişanlayıp nişanlayıp yere indirmişler. Böylelikle medreseli mahallenin dar karanlığında pırıl pırıl ışıldayan bir yol peyda olmuş.
- Bir sürü karga bütün değişen renk dünyası içinde siyahlıklarından bir damla bile kaybetmeksizin kapkara gelip geçtiler. Gökyüzü şimdi kurşuni bir kâğıda kömür ve tebeşirle çizilmiş bir deniz resmi gibiydi.
- Aslanı kafese alıştırmak için onu yavruyken tutup içeri atarlar... Bizi kırk yaşında kafese koysalar, üçüncü günü yerimize alışırız. Ve on sene kafeste kaldıktan sonra dışarı salsalar, on yıl yattığımız yeri üç haftada unutuveririz...
- Ben, dedi, ne İttihatçıyım, ne İtilafçı, ben tornacıyım. Tornacı Nuri Usta!..