- Kırk günün sonunda şimdi neden tamamen vazgeçmesi gerekiyordu? Daha uzun bir süre dayanabilirdi, çok daha uzun; tam da aç kalmak için kendisini en iyi şekilde hazırlamışken, hatta istediği formu henüz yakalayamamışken neden şimdi bitmeliydi? Neden, aç kalmaya devam edip de, sadece tüm zamanların en büyük açlık sanatçısı olma şerefinden değil -ki muhtemelen çoktan öyle olmuştu- aynı zamanda kendini bile aşıp akıl almazlık krallığına ulaşma şeretinden de mahrum ediliyordu? Çünkü onun aç kalma becerisinin hiçbir sınırı yoktu. Ona hayranmış gibi görünen bu kalabalık neden bu kadar sabırsız davranıyor ve eğer sanatçı çok daha uzun bir süre dayanabilecekse neden onlar da buna katlanmayı istemiyorlardı? Üstelik yorgundu da ve saman yığını üzerinde oturmaktan memnundu. Fakat şimdi bütün ağırlığını kaldırıp yemeye doğru ilerlemesi bekleniyordu. Kafasındaki yemek düşüncesi midesinin bulanmasına neden oluyor ve bayanlara olan saygısı yüzünden kendisini tutmaya çalışıyordu.
- Kimsenin, bütün zamanını açlık sanatçısının başında sürekli nöbet tutarak geçirecek zamanı yoktu ve dolayısıyla, aç kalma eyleminin aralıksız doğru olarak gözlenip gözlenmediğini hiç kimse bilemezdi. Bunu sadece açlık sanatçısı bilebilirdi. Böylece, aç kalma eylemiyle tamamen tatmin olabilecek tek seyirci kendisiydi. Fakat diğer sebepler yüzünden de asla tatmin olamıyordu. Belki de zayıflamasının -ki bu zayıflık insanların gördükleri manzara karşısında üzüntü duyup gösteriden uzaklaşmalarına neden oluyordu, açlıkla hiçbir ilgisi yoktu ve belki de bu kadar zayıflamasına neden olan onun hoşnutsuzluğuydu. Çünkü aç kalmanın ne kadar basit bir iş olduğunu kimsenin bilmediği kadar iyi biliyordu. Bu, dünyadaki en kolay işti. Ve bunu sır olarak da saklamıyordu, fakat kimse ona inanmıyordu. En iyi ihtimalle alçakgönüllü olduğunu farz ediyorlardı. Ama çoğu, onun bir reklam düşkünü olduğunu düşünüyor, hatta onu, aç kalma eyleminin, kolaylaştırma yollarını iyi bildiği için kendisine basit geldiğini itiraf eden yüzsüz bir sahtekar olarak görüyordu.
- O zamanlar bütün şehir açlık sanatçısıyla ilgilenirdi; bir aç kalma gününden diğerine ilgi sürekli artardı; herkes en azından günde bir defa açlık sanatçısını görmek isterdi; aç kalma gösterisi devam ettiği müddetçe, küçük kafesin önünde bütün gün oturan müdavimler olurdu; etkiyi artırmak için kullanılan meşalelerin ışığı altında açlık sanatçısını seyretmeye geceleyin bile gelenler olurdu; güzel havalarda kafes dışarı çıkarılır ve açlık sanatçısı özellikle çocuklara gösterilirdi; gösteri, sırf moda diye ilgilenen yetişkinler için genelde bir eğlence aracıyken, çocuklar ise, birbirlerinin ellerini tutarak pas kürkü içinde omurga kemikleri dışarı fırlamış, soluk benizli açlık sanatçısının, etrafa saçılmış saman yığını üzerinde, bir sandalyeye bile tenezzül etmeden öylece oturuşunu, sahte bir gülümsemeyle nazikçe kafasını sallayarak soruları cevaplayışını ve insanlar ne kadar zayıf olduğunu görsünler diye kolunu parmaklıkların arasından uzatışını, ağızları açık, şaşkınlıkla seyrederlerdi.
- Daima, sabahın ilk saatlerinin verdiği mutlulukla evden çıkacağım ve benim yüzümden çılgına dönmüş yüzünü göreceğim: öfkeden büzülmüş dudaklarını, sınava tabii tutan fakat sınavdan önce sonucu bilen ve hiçbir ayrıntıyı kaçırmayan ne kadar kısa olduğu hiç önemli değilo bakışını, kız gibi yanaklarında taşıdığı o acı gülümsemesini, yakınan gözlerle gökyüzünü süzüşünü, kendine cesaret vermek için ellerini kalçalarına koyuşunu, kızgınlığın verdiği solgunluk ve titremeyi göreceğim.
- Tam anlamıyla şarkı mı acaba? Müziğe karşı yeteneksiz olsak da bir şarkı geleneğimiz var; ulusumuzun ilk günlerinde şarkılarımız vardı; efsanelerde bundan bahsediliyor ve kimse söylemiyor olsa da elbette bazı şarkılar günümüze kadar gelmiş. Bu yüzden şarkının ne olduğu hakkında bir fıkrimiz var ve Josephine?in icra ettiği sanat kafamızdaki şarkı tanımına uymuyor. Bu, tam anlamıyla şarkı mı?
- Onu neden bu kadar kızdırdığımı her zaman merak etmişimdir; benimle ilgili her şey onun güzellik ve adalet duygusuyla, alışkanlıklarıyla, gelenekleriyle, umutlarıyla çelişiyor olabilirdi; böyle karşıt özelliklerin varlığı aşikardı, fakat bu, neden onun böylesine acı çekmesine yol açıyordu ki?? Aramızda, benim yüzümden acı çekmesine neden olabilecek herhangi bir ilişki yoktu. Keşke benim tamamen bir yabancı olduğuma hükmetseydi ki zaten her şeye rağmen öyleyim ve böyle bir karar karşısında yapabilecek hiçbir şeyim yok -keşke varlığımı unutsaydı, ki buna onu ne zorladım ne de zorlardım, böylece tüm acıları açıkça yok olurdu.
- Eğer ufak tefek şeyler onun işine bu kadar yarıyorsa, daha büyükleri kim bilir ne kadar faydalı olurdu. Bizim hayatımız kıpır kıpırdır, her gün karşımıza öyle sürprizler, kaygılar, umutlar ve korkular çıkar ki gece gündüz bize destek olan kader arkadaşlarımız olmadan tüm bunlara tahammül etmek mümkün değildir. Fakat hal böyleyken bile sık sık zorluklarla karşılaşırız; bazı zamanlar gerçekte tek bir kişinin taşıması gereken bir yük altında binlerce omuz titrer. İşte böyle zamanlarda Josephine sıranın kendisine geldiğini düşünür. Dehşet içindeki bu narin yaratık korkudan titreyerek -özellikle göğüs kısmı karşımıza dikiliverir; sanki tüm gücünü şarkısı için topluyormuş gibi, sanki o ana kadar şarkısına hizmet etmemiş neyi varsa; bütün enerjisi, neredeyse bütün yaşam şansı ondan sökülüp alınmış gibi, sanki kendini iyi kalpli ruhların korunmasına adamış çırılçıplak uzanan bir kurban gibi, sanki kendi benliğinden tamamen çekip çıkarılmış da soğuk bir meltem rüzgarıyla kaybolup gidecek o şarkıda yaşıyormuş gibi. Fakat böyle manzaralar karşısında rakip olarak tanımlanan bizler, kendi kendimize şöyle deme alışkanlığını edinmişizdir; "Islık bile çalamıyor; bırakın şarkı söylemeyi -şarkıdan hiç bahsetmiyorum en azından normal bir ıslığı bile çalması için daha yüz fırın ekmek yemesi gerekiyor.? Bize öyle geliyor. Fakat yine de daha önce söylediğim gibi, ilk izlenimin ne kadar kaçınılmaz olup olmadığı önemli değil; sonuçta bu, yüzeysel ve geçici bir izlenim. Kısa bir süre içinde, biz de kendimizi, büyük bir içtenlik ve heyecanla, onu dinleyen kalabalığın duygulanımına bırakıveririz.
- Zaten, Josephine her zaman böyledir; onun için önemsiz her ayrıntı, her kaza, her dayanıklılık gösterisi, parke üzerinde herhangi bir çıtırtı, diş gıcırtısı ya da ışıklandırmada bir zayıflama şarkısının etkisini artıracak mükemmel birer fırsattır. Kendince sağır kulaklara şarkı söylediğini düşünüyor, o büyük ilgi ve alkışta en ufak bir azalma belirtisi bile olmamasına rağmen bu beğeninin gerçek anlamda bir kavramayla ortaya konmadığını bilerek yaşamayı çok uzun zaman önce öğrenmiş. Bu nedenle bütün rahatsızlıkları makul karşılıyor. Şarkısının duruluğuna karşı koyan ve en basit mücadelede, daha doğrusu herhangi bir mücadele bile verilmeden tüm bu dış müdahaleler, anlayış meselesi her ne kadar konu dışı kalsa da, onun en azından kalabalığı uyandırıp onlara beğeni dolu bir saygıyı öğretmesine yarıyor.
- İmparatorun karıları ipekli yastıklarda şişmanlamış, hilekâr soylularca âdet ve geleneklere yabancılaştırılmış, içlerinde iktidar aşkıyla gözleri dönmüş, şehvete teslim olmuş halde durmadan kötülük yaparlar. Üzerinden ne kadar çok zaman geçmişse renkler o kadar korkutucu parlar, sonra günün birinde bütün köy halkı gözyaşları içinde kalarak öğrenir, imparatoriçelerden biri binyıllar öncesinde kocasını öldürüp kanını lıkır lıkır içmiştir.
- ?İyi yaparsınız," dedi Avcı Gracchus. ?Sürekli hareket ediyorum. Yine de, diyelim ki olanca gücümle ileri atıldım, yukarıdaki kapı ışıl ışıl görüntüsüyle önümde belirir belirmez, gözlerimi sıradan bir dünya suyu üzerinde, ıssız teknemde açıyorum. Bir zamanlar, ölümüm sırasında yapılan yanlışlık, teknemin dört bir yanından yüzüme karşı gülüyor. 0 sırada kaptanın karısı Julia kapıyı vuruyor, kıyısından geçtiğimiz memleketlerin içeceklerini taşıyor tabutuma. Tahta bir kerevette yatıyorum, üzerimde kirli mi kirli bir kefen var, bana bakmak hiç hoş değil, kırlaşmış saç sakalım birbirine dolaşmış, uzun püsküllü, çiçeklerle bezenmiş büyük bir şalı ayaklarıma örtmüşler, başucumda yaktıkları bir mum gövdemi aydınlatıyor. Karşımdaki duvara küçük bir resim asılmış, herhalde bir hurafe olacak, mükemmel desenlerle süslü kalkanı arkasına gizlenmiş biri mızrağını bana doğrultmuş bakıyor. Gemilerde hep sersemlere göre resimler bulunur ama bu bahsettiğim resim bunların tümünden daha sersemce. Bunun dışında tahta kafesimde hiçbir şey yok. Bordadaki bir lombazdan güneyin sıcak gece havası içeri giriyor, köhne tekneyi döven dalgaların sesini işitiyorum.