
Cemal Granda
- Doğum:
- Hakkında ayrıntılı bilgi bulunmuyor!
- Atatürk hayvanları çok severdi, kurban kestirmezdi.
- Büyük adamlara, büyüteçlerle bakan eleştiricilerle, onları dürbünün ters tarafı ile izleyen müşkülpesentler hep yanılacaklardır. Çünkü, büyük adamlar yakından herkes gibi olağan, ama yaptıklarıyla uzaktan başkalarına benzemeyecek kadar dikkat çekici kişilerdir. Onları önce insanlığından soyarak küçültenlerle, insanüstü yaparak kutsileştirenler gerçekçi değildirler.
Atatürk'e oniki yıl gece, gündüz, günün yirmidört saatında hizmet etmiş Cemal Granda'nın bu anıları, onu insan sözcüğünün anlamı içinde, pek güzel canlandırmaktadır. Onun hakkında yazılmış bütün anılardan bu kitabın değişik olması nedeni budur.
Bu kitapta, fotoğraflardaki Atatürk'ü, nutuklardaki Atatürk'ü, bayramlardaki, merasimlerdeki Atatürk'ü değil, Türkiye Cumhuriyeti nüfusuna kayıtlı, vatandaş Mustafa Kemal'i görüyoruz. İç dünyasındaki büyük yalnızlığı, hassasiyeti, taşkın duyguları, davranışları, sitemleri, neşesi ve üzüntüleriyle, insanlık realitesinin herkes gibi onda da yansımasını bulmaktayız. Gerçekte de Atatürk'ün büyüklüğünü süsleyen, onun aramızdan biri olmasıdır.
Sayın Cemal Granda'ya, bize Atatürk'ü böylesine yakından seyrettirme fırsatı verdiği için teşekkür ederiz. Bununla anlıyoruz ki, şimdi o bizden başkası değil, daha çok bizden biridir. - Akşam yemeğini hazırlamış bekliyordum. Saat 7'ye doğru Atatürk, arkasında Afet İnan, Zehra Hanım, Başyaver Rüsuhi Bey, Umumî Kâtip Tevfik Bey olduğu halde, salona girdi. Başyaver aşağı inerek öbür misafirleri de sofraya getirdi.
Sofraya oturmadan önce Atatürk misafirlere Arapça:
? "Faddal!" dedi ve herkes masadaki yerlerini aldı.
Bu sözü, çok keyifli olduğu zamanlar sık sık duyduğumu hatırlıyorum.
Sofrada ilk söz bana idi:
? "Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok hırpalamıştım. Fakat Cemaller daima büyük adamlar olur. Sen de büyük adam olacaksın."
Sonra tarihteki ünlüleri sıralamağa başladı:
? "Sen Cemal Paşa'yı tanır mısın? Şehzade Cemalettin Efendi'yi, Konya Çelebisi Cemalettin'i tanır mısın?"
? "İsimlerini işittim," diye cevap verdim,
? "Bu kadarı da yetişir," dedi.
Yemek sürüp gidiyordu. Hava yumuşadığı halde bir gün önce içimi kaplıyan korkuyu üzerimden atamamıştım. Her an yine o bahse döneceğinden ödüm kopuyordu. Saat gece yarısını geçiyordu. Birden adımla bana seslendiğini duydum ve yanına koştum.
? "Cemal, senin bu ismini değiştirelim olmaz mı? Sen kendine göre bir isim bul bakalım."
Şaşırmıştım. Daha cevap vermeğe vakit kalmadan:
? "Ben sana buldum isim," dedi. "Senin ismin Çelebi olsun."
Atatürk'ün çok sonraları yine bir mecliste «Biz sevdiğimiz insanlara Çelebi deriz» dediğini duymuşumdur. O anda bütün korkum bir bulut gibi dağılıvermişti. Yüzümdeki memnunluğu görünce kabul ettiğimi anladı. Zaten kabul etmemek için hiç bir sebep de yoktu. Fakat bir kere de iznimi almadan edemedi:
? "Güzel mi?" diye sordu.
? "Çok güzel efendim," dedim.
Bunun üzerine sofradaki konuklara dönerek:
? "Bu çocuğun ismi bundan sonra Çelebi'dir," diye herkese tanıttı.
O anda Atatürk'ün bu kadar önem verdiği bir adam olmanın gururu içindeydim. Koltuklarım kabarmıştı. O gün Saray'da kim varsa herkese ve bütün misafirlere beni yeni gelmiş önemli bir kişiymiş gibi tanıtıyor:
? "Bu zatı bilir misiniz, Çelebi'dir," diyordu. - Temizlik konusunda çok titizdi. Yaz ve kış ayırmaz, muhakkak her gün banyo yapar, her gün çamaşır değiştirirdi. Giyimine karşı titizlik gösterir, traşsız katiyen gezmezdi. Kışın pencereleri açtırır, soğuk havayı ciğerlerine doldururdu.
Banyodan çıktıktan sonra soğuk ayranla bir dilim francala yer, bazan ayranın yerine bir kâse yoğurt alırdı. Çok zaman bu, hem kahvaltı, hem de öğle yemeği yerine geçerdi. Binde bir çağrılı bir misafir olacak ki, ayıp olmasın diye yemek yesin...
Bazan sütlü kahveyle çay istediği de olurdu. İkindi kahvaltısı yapmaz, onun yerine bir bardak ekmeksiz ayran içerdi. Akşam yemeklerini ise kesinlikle arkadaşlarıyla yemek alışkanlığındaydı.
(...)
Hareketli ve heyecanlı yaşatısının tek zevkinin, akşam sofraları olduğunu söyliyebilirim. Akademik tartışmaların yerini saatler ilerleyince hâtıralar alır, geçmişten sözedilir, tarihsel olaylar sıralanır, bazan da hoş hikâyeler anlatılırdı. Sofrası sanki, arkadaşları ve dostları ile tartışma ve eğlence yerini birleştiren bir köprü görevi görüyordu. Bu gecelerin hiç birine doyum olmadığını ve her birinin içinde bir tarih yaprağının yaşadığını zamanla anladım. - Sofrasında çağının her çeşit insanına yer veriyordu. Hepsi ayrı düzeydeki bu insanlarla tartışırken sanki yurdun sesini duyardı.
Güvendiklerinin ve sevdiklerinin eleştirilerine sabırla katlanmasını bilirdi. Şakayı çok severdi. Kendisi de ara sıra şakalar yapardı. Eski arkadaşlarından Nuri Conker, Salih Bozok sık sık şaka yaparlar ve sofrayı şenlendirirlerdi. Sinirli zamanlarında bunların bir nüktesi ya da hikâyesi Atatürk'ün bir anda öfkesini dağıtmağa yeterdi. Ama Atatürk her zaman neşeliydi. Sinirlendiği zamanlar çok azdır. O zaman da arka arkaya sigara ve kahve içerdi. En güç anlarda bile soğukkanlılığını, neşesini korumasını bilir ya da öyle görünürdü.
Çok konukseverdi, sofradakilerin ayrı ayrı gönüllerini alıp hatırlarını sormadan yapamazdı. Açık konuşanları sever ve yanında her şeyin konuşulmasını isterdi. Bu yüzden sık sık ileri geri konuşanlara da rastlanırdı.
Atatürk'ün sofrasından kimler geçmemiştir ki... Mahalle arkadaşları, silâh arkadaşları, devrim arkadaşları, politikacılar, edipler, şairler, müzisiyenler, bilim adamları, iş adamları, yabancı devlet başkanları, krallar... İşten ve yurt gezilerinden artan bütün ömrü sofrada geçmiştir denilebilir.
Fakat burası hiç bir zaman bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş, bir sohbet ve tartışma meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin yanı sıra en çetin devlet işlerinin karara bağlandığı bir meclis... Politikanın, aktüalitenin de ziyafet sofrası!
Resmî görüşmelerinde son derece titiz ve törenci olan Atatürk'ün özel hayatındaki samimiyeti, dünyada pek az devlet adamına nasip olmuştur denilebilir. Danışmaya bazan o kadar büyük değer verirdi ki, aklından geçen meseleler hakkında çok zaman hiç olmadık insanların fikrini bile aldığı görülürdü. Sonunda yine kendi fikrini uygulayacağını bildiği halde hiç kimsenin hor görülmesine katlanamazdı.
(...)
Her gece içtiği halde Atatürk'ün bir kere bile içki yüzünden kendinden geçtiğini, taşkınlıklar yaptığını görmedim, duymadım. Aksini iddia edenler varsa, bunların yaptıkları düpedüz dedikodudan başka bir şey değildir. Ölümünden sonra çekememezlik ve kıskançlıklarından Atatürk'ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke düşkünlükle kötülemek istiyenler oldu ama, bu çabalar ne kadar boşunadır. Onun yaşantısı bütün kusurlarıyla meydandaydı. Gizlenecek bir yönü yoktu ki... Halkın sofrası idi. - Şehirdeki gezintilerinin yerlerini ömrünün son yıllarında deniz banyoları almağa başlamıştır. Selanik gibi bir kıyı şehrinde doğmuş olduğu halde, o zamanki softalık yüzünden Atatürk denize hiç girmemişti. Yüzmeyi, kendi eseri olan Florya'da öğrendi ve halkın arasında yüzdü. Zaten halk arasında, kalabalık içinde yaşamak isteğinde olduğu için İstanbul'u bu işe daha elverişli bulur ve Ankara'dan çok İstanbul'u severdi.
İstanbul'da bulunduğumuz bir yaz müzeleri dolaştı, eski yapıtları inceledi. Topkapı Sarayı'nda ne var, ne yok hepsini birer birer gözden geçirdi. Topkapı Sarayı Müzesi'nin kurulması da Atatürk'ün isteğiyle olmuştur.
Mecidiyeköşkü'nü gezerken, Millî Eğitim Bakanlığı'nın emriyle Topkapı Sarayı'nda toplanan, fakat ne hikmetse halkın gözünden saklanan Hükümdarların portrelerini görmüş ve bunların sergilenmesi emrini vermişti. Atatürk ayrıca halkın içeri alınmasını da istemiş, o sırada Gülhane Parkı'nda bulunan bir çok kimseler, çevresini kuşatmış olarak Saraya alınmıştı.
Atatürk, daha sonra Hırka-i Saadet Dairesi'ni gezdi. Her biri birer hazine değerindeki eşyaları sandıklardan çıkartıp teker teker gözden geçirdi. Sonra tekrar bunların sandıklara yerleştirilmesine gözcülük etti. İçlerinde Emanat-ı Mukaddese'nin de bulunduğu 80.000 parçayı aşkın bu tarih ve sanat hazinesinin çok iyi saklanması ve en kısa zamanda halka açılması için emir verdi. - Gece yarısına kadar süren toplantı sonunda Reşit Galip'in ayağa kalktığını gördüm. O zamanın Millî Eğitim Bakanı Esat Hoca'yı kastederek:
? "Yaşlı insanlara vekillik yaptırmamalı. Memlekete fayda yerine zarar getiriyor," dedi. "Memlekette Maarif Vekili yok mu?"
Bunun üzerine Atatürk:
? "Var ya... Esat Hoca mükemmeldir," deyince Reşit Galip hayır anlamında başını sallayarak:
? "Çok iyi ama, çok da ihtiyar. Artık ondan geçmiştir. Bu memleketin Maarif Vekili o adam değildir," dedi.
Bunun üzerine Atatürk'le Reşit Galip arasında şu tartışma geçti:
? "Yahu nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur, nasıl Maarif Vekili olamazmış."
? "Değil seni okutmak, senin Allah'ını okutsa yine bu adam Maarif Vekili olamaz."
O devirde, dalkavukların yanısıra böyle medenî cesaret sahibi, sözünü sakınmaz cinsten kimseler de vardı. Fakat bu derece ileri gideceği, bir Hükümet üyesi hakkında bu derece sert konuşacağı kimsenin aklından bile geçmezdi. Atatürk tarifsiz şekilde kızmıştı. Fakat duygularını belli etmeden, çok sakin şu emri verdi:
? "Lütfen sofrayı terkediniz!"
? "Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Gerçi biz saraydayız ama, hocanız Hace-i Sultanî değildir. Cumhuriyette serbesttir," diye başlayınca Atatürk yavaşça yerinden kalktı. Kucağındaki peçeteyi masaya bıraktıktan sonra:
? "Öyleyse müsaade ederseniz ben terkedeyim," dedi ve salondan çıkıp gitti. - Atatürk doğru söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi. Kibirli değildi, gururluydu. Hizmetkâr olmamıza rağmen bizlerle, neferleriyle arkadaşça konuşur, sorular sorar, şakalaşır, dertlerimizle ayrı ayrı ilgilenir, her fırsatta bize konuşma özgürlüğü tanırdı.
? "Çelebi, ne dersin bu işe?" diye sık sık benim fikrimi aldığını hatırlarım.
O'nun bu huyunu bildiğim için, sorduğu her şeye hiç çekinmeden, ucu zülfi yâre de dokunsa, cesaretle cevap vermeğe gayret ederdim. Bunun ödülünü de, ölünceye kadar hizmetinde kalmak suretiyle gördüm. Atatürk beni, her şeyi açıkça konuştuğum, yalancılığa ve dalkavukluğa kaçmadığım için tutmuş olmalı. - 1930-1931 yıllarında büyük bir ekonomik bunalım baş göstermişti. Ürün fiatları düşüyor, devlet bütçesindeki açık genişledikçe genişliyordu. Genel bir ulusal ekonomi seferberliği olmadıkça bu hal düzelemezdi. Her gün bir yada birkaç tüccarın iflâs ettiği duyuluyordu. Huzursuzluk son haddini bulmuştu. Bu durumu gören bütün milletvekilleri, Atatürk'ten bu hastalığa bir çare bulmasını istediler. Hatta Nuri Conker:
? "Paşam, vaziyet kötüdür. Böyle giderse, memleket mahvolur," diyordu.
O gün sofrada bulunan Yunus Nadi ve Hikmet Bayur:
? "Paşam, bu işe ancak siz çare bulabilirsiniz," deyince Atatürk şu cevabı verdi:
? "Ben askerim. Vazifem olan şeyleri bilirim. Gerisine karışmam. Bu memlekette Yüksek Ticaretten mezun dünya kadar genç yetişiyor. Bunların arasından seçin bir tanesini, İktisat Vekili yapın."
Fakat Hikmet Bayur'un dediği dedikti:
? "Paşam, bizim hiç bir işe sizin kadar aklımız ermiyor. Onun için her şeyi siz yaparsınız. Buna da siz çare bulacaksınız," dedi.
Atatürk bir-iki saniye düşündükten sonra Nuri Conker'e dönerek:
? Bu millet çok çabuk kurtulur ama, usulünü bilmek lâzım. İsterseniz sizi misâl alalım. Siz Selanik'ten Türkiye'ye gelirken Ankara'ya ne getirdiniz? Tabii hiç bir şey. Şimdi neniz var? Yüzbin liralık bir apartman, Kütahya'da ikiyüzbin liralık bir kiremit fabrikanız. Hepiniz bütün mallarınızı millete verirseniz, bu dâva kendiliğinden halledilmiş olur. İşte sana kurtuluş yolu..."
Sonra Yunus Nadi ile Hikmet Bayur'a dönerek:
? "Ne buyrulur?" diye sordu. Daha onların vereceği cevabı beklemeden ekledi: "Ben askerdim. Allah'ın inayeti, milletin yardım ve çalışmasiyle bugüne ulaşabildik. Memleket ve millet artık kurtulmuştur. Ben bir şey yapmadım ki... Benim vazifem çekilip bir yana oturmak olmalıdır. Reisicumhurluğu bile üzerime almamam lâzımdı. Ne çare ki, hiç istemediğim halde bu vazife her yıl benim üzerimde kalıyor. Benim kalmam bu millet için belki zararlı olur," dedi. - Yemek sırasında hoş mu, yoksa nahoş demek mi lâzım kestiremiyeceğim bir olay geçti. Garsonlardan biri fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki büyük porselen tabakla yere yuvarlandı. Sofradakilerin utanç içinde önlerine baktıkları anda Atatürk, sanki hiçbir şey olmamış gibi Kral'a doğru eğilerek "Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim" diye hem meseleyi kapattı, hem de ortalığı neşeye boğdu.