- 25 üyeye ulaşmış olan AB, ikinci dalga genişleme ile katılacak aday ülkelerin eklenmesiyle kıt?asal bir jeopolitiğe erişecektir. AB nihaî büyüklüğüne ulaştığında 10.400.000 km2 olan Avrupa?nın yaklaşık %70?i AB üyesi olmuş olacaktır. Bu son genişleme ile AB, dünyanın dördüncü büyük coğrafyasına sahip coğrafî bütünlüğü hâline gelecektir. Bu coğrafyanın demografik yapılanmasına baktığımız zaman, ikinci genişleme sonucunda bugünkü sayılar ile 482.994.437?e ulaşacağını görmekteyiz. Bu geniş coğrafyaya yayılan, dünyanın en kaliteli nüfuslarının birisine, belki de en kalitelisine ve dünyanın en büyük GSMH?na sahip olan AB?nin 2010?dan sonraki temel hedefi yayılmak değil, mevcut yapı üzerinde derinleşmek olacaktır. AB açısından hızlı sayılabilecek olan bu genişleme sürecinden sonra gerekli olan süreç, ?kurumların istikrara kavuşması süreci? olarak da adlandırılabilir. Çoğu eski birer sosyalist ülke olan yeni katılımcıların getireceği sorunlar yanında Brüksel, AB?nin ortak siyasal iradesini oluşturmak için belirli bir süreye ihtiyaç duyacaktır. Çünkü, toprakların genişliği, kaliteli nüfus ve ekonomi, önemli millî güç unsurları olmak ile birlikte bunların toplamı AB?yi kendiliğinden siyasal ve askerî cücelikten kurtarıp, süper güç olma yoluna sokmayacaktır. AB?nin nesnel güç unsurlarına uygun bir siyasal irade oluşturabilmesi gerekmektedir ki, bunun için kurumsal derinleşme sürecinin yaşanması kaçınılmazdır. Bu süreç içinde Türkiye?nin AB?ye girmesi demek, AB?nin jeopolitiğinin kökten değişmesi, kıt?asal jeopolitikten ayrılarak AB?yi küresel angajmana zorlayan yeni bir jeopolitiğe kayması demektir. Yani AB bir anda Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Basra Körfezi ile komşu hâle gelecek, bu bölgelerin sorunları ile ilgili tavır almak zorunda kalacaktır. AB böyle bir jeopolitiğe hazır değildir. Belki de hiçbir zaman hazır olamayacaktır. Bundan dolayı AB?nin en azından kendisini kıt?asal jeopolitikte istikrara kavuşmuş hissetmeden, ki bahsettiğimiz süreç 2020- 2025?ler civarıdır, Anadolu coğrafyasını içine alması düşünülemez. Türkiye, ikinci genişlemesini yapmış ve onun sorunları ile boğuşan AB?ye nerede ise jeopolitik maliyetin ötesinde iki genişlemenin toplam maliyetine yakın bir politik, sosyal, kültürel ve ekonomik maliyet yükleyecektir. Nüfusu 70 milyona çıkmış bir Müslüman Türkiye?nin AB içinde Almanya?dan sonra en büyük karar alıcı olmasına, küçük bir Müslüman Bosna-Hersek yönetimine tahammül edemeyen Avrupa?nın tahammül etmesi pek mümkün görünmemektedir. Ayrıca bu nüfusun AB?nin oldukça türdeş olan ve Hristiyan kültür geleneği üzerine oturan kültürel dokusunu Müslümanlık ile tahrip edeceği de ortadadır. Sosyal açıdan kendi içinde yüksek işsizlik sorunu ile mücadele eden AB?nin Türkiye?den gelecek bir iş gücü yükü ile boğuşmak istememesi de doğaldır. Üstelik, mevcut Gümrük Birliği Anlaşması AB?ye herhangi bir ekonomik maliyet yüklemeden hatta Türkiye?ye vermeye söz verdiği kredileri dahi vermeden, (AB?nin Akdeniz ülkelerine verdiği malî yardım ve kredilerin tutarı Türkiye?ye verdiklerinden daha Özetle, Türkiye çok zor bir süreçten geçmektedir. Türkiye son on iki yılını, yoğun bir bunalım süreci içinde geçirmiştir ve bunalım hâlen sona ermiş değildir. Bunalım çok boyutlu ve yaşamın bütün alanlarını kapsayıcı bir niteliğe sahiptir. Türkiye, politik,ekonomik, sosyal, ahlâkî, kültürel, etnik ve askerî boyutları içeren bir krizden geçmektedir. Yaşanan kriz, devlet ve toplumsal yapıyı sarsmış, değerler sisteminde yıpranmalara neden olmuştur. Ancak kriz sadece son on iki yılı kapsamamaktadır. Yaşanan kriz, seksen yaşındaki Cumhuriyet'in son elli yılına yayılan, yapısal nitelik kazanan sürekli bir buhranın en ağır hâlidir. Bu krizin son yıllarda içinden geçtiğimiz aşamasının toplumumuzun bütün alanlarını ne kadar ağır yıprattığını; ülkemizin Vietnam ve Nikaragua kadar riskli bir ülke hâline gelmiş olması açık bir şekilde göstermektedir. Krizin yarattığı en büyük tahribat, Türkiye Cumhuriyeti?nin yurttaşlarının beyinlerinde ve yüreklerinde meydana gelen tahribattır. İnsanımız, ülkesine, devletine, geleceğine ve kendisine olan güvenini yitirmektedir. Türk Devleti ve halkı bir irade zaafı süreci içerisindedir. Genel bir kötümserlik havası Türkiye?nin üzerini kaplamıştır. Mevcut siyasal elit, hemen hemen bütün unsurları ile Türkiye?nin sorunlarını kendi yetenekleri ile aşmaya muktedir bir ülke olmadığı düşünce ve inancındadır. Türkiye?yi bir iç sömürge olarak gören ve 19. yüzyılda Hindistan?ı sömüren İngiliz seçkinleri gibi Türkiye?yi sömüren ve sömürülmesine alet olan çürümüş Türk siyasal seçkinleri, esasen krizin asıl sorumlularıdır. Öte yandan Türk iş adamı krizin ağırlığı altında ezilmiş, millî kimliği silikleşmiş, özgüvenini ve ülkesine olan güvenini yitirmiştir. Sorunların Türk siyasal eliti tarafından halledilemeyeceği inancı ile başka bir yönetici elit arayışı içine girmiş ve Avrupa Birliği?ni yeni yüksektir) ekonomik ilişkilerini nerede ise efendi-parya ilişkisi çerçevesinde sürdürmesini sağlamaktadır. Netice olarak, AB?nin Türkiye?yi 2025?lerden önce içine alması pek mümkün görünmemektedir. Eğer 2025?lere kadar AB kendi içinde arzu ettiği ortak siyasal iradeyi oluşturabilir, süper güç olma yolunda bazı temel adımları atabilir ise, bu geçen süre içinde iyiden iyiye yıpratılan Anadolu?nun, -Türkiye?nin değil- AB?ye girme süreci belki başlayacaktır. Çünkü, Avrupa Anadolu?yu tarihsel olarak Avrupa?nın, Yunan?ın, Roma?nın coğrafî bir uzantısı olarak görmektedir. Ayrıca, süper güç olma iddiasını gerçekleştirme yolunda olan bir AB?nin artık kıt?asal jeopolitiği terk ederek Orta Doğu, Basra Körfezi, Kafkasya ve Orta Asya ile komşu olması gerekmektedir. Bu arada 2025?e kadar AB dışında tutulan ancak sürekli yeni AB talepleri ile ?reformlar? yapan Türkiye, enerjisini bu ?reformların? ürettiği sosyal, politik sorunları aşmak için sonuna kadar harcayacaktır. AB dışında tutularak ama sürekli yeni umutlar ile oyalanacak olan Türkiye, bir etnik sorunlar yumağı, hatta cehennemine dönüşecektir. Modern Avrupa böyle bir politika izlemez, diyen Türk aydınları, Yugoslavya?nın dağılma tarihini ve Yugoslav iç savaşı sırasında AB üyesi ülkelerin politikalarını hatırlamalıdırlar.
Diğer Ümit Özdağ Sözleri ve Alıntıları
- "Türk subayı, ne şövalyedir ne gladyatör. Türk subayı, Türk milletinin istiklâl şuurudur."
Muzaffer Özdağ, 1965 - Amerikan askerî istihbarat kurslarında kurs hocalarının kullandığı "National Intelligence Course (NIC) Textbook, Joint Military Intelligence Training Center, 1999" adlı kitapta "yanlış istihbaratın, istihbaratın hiç olmamasından daha kötü olduğunu" söyleyerek başlar ve bunu da bir örnek ile destekler. Osmanlı istihbaratı Venedik'te barut fabrikasında gerçekleşen bir fabrika sonucunda Venedik savaş filosunun imha olduğu haberini alır ve Venedik'e bir ültimatom verir. Oysa, Osmanlı filosunun kendisine saldıracağını anlayan Venedik, patlamada sadece dört gemi kaybetmiştir. Venedik, Avrupa'nın diğer devletlerinden de aldığı destek ile Osmanlı filosunu 1571'de İnebahtı'da büyük bir mağlubiyete uğratır. Osmanlı Devleti eğer yanlış istihbaratı hiç almamış olsaydı, İnebahtı Savaşı muhtemelen hiç olmayacaktı.
- Çok erken tarihlerde yetkinleşen Çin istihbarat ve psikolojik savaş mekanizmasının başlıca hedefinin Türkler olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Çünkü, varlığını devlet yapısı millî kimliğini değiştirmeden sürdürmeyi başarmış olan bu iki milletin Asya'nın içindeki rekabetinin tarihi M.Ö. 2000'lere kadar geri gitmektedir. Örneğin bir Türk boyu olan Topalar, Büyük Hun İmparatorluğu'nun kurulmasından takriben 300 sene önce Çin istihbarat ve psikolojik harp yöntemlerine yenilerek Çinlileşmiş ve yok olmuşlardır.
- Uygarlık tarihinin her yüzyılının %87'sinin savaşlar ile geçtiği geriye kalan %13'ünün ise savaş hazırlıklarına ayrıldığı düşünülür ise askerî istihbaratın önemi kendiliğinden ortaya çıkar.
- Nüfus yapısı, kalitesi, özellikleri açısından bir millî güç veya zaaf unsuru olabilir. 1961'de gerçekleşen Çin-Hint savaşında Çin ordusunun sınırı geçmesi karşısında gülen Hintli aydınlar, "Çin, Hindistan'ı işgal edecekmiş?" esprisini yapmaktaydılar. Hintli aydınları bu özgüvene sevk eden, Hindistan'ın Çin'den sonra dünyanın ikinci büyük nüfusuna sahip olması idi. Nüfus hiç de küçümsenmemesi gereken bir millî güç unsurudur. Hatta Hindistan'da olduğu gibi çoğu zaman yük olan ve kalitesi yüksek olmayan bir nüfus bile belirli şartlar altında belirleyici bir millî güç unsuru olmaktadır. ... Nüfusun incelenmesinin stratejik bilgi oluşturması gerçeğini somutlaştırmak için aşağıdaki iki örneği verebiliriz: 2025 yılında Batı Avrupa'da nüfusun %22.4'ü 65 yaş ve üzerinde olacaktır. Bu veriden hareketle Avrupa'da geleceğe yönelik ekonomik, askerî ve politik analizler yapabilir. Örneğin, nüfusun %22.4'ünün 65 yaş üstü olması, çalışan nüfusun emekli nüfusu desteklemesinin zorlaştığı bir yapı anlamına gelir. 2050'de AB, 75 milyon göçmene ihtiyaç duyacaktır. Bu veri Avrupa Birliği ordularının yapısı ile ilgili bilgi üretmeye yardımcı olacak bir veridir. Öte yandan Türkiye'nin AB tam üyesi olması ve Türkiye ile AB'nin diğer ülkelerinde mevcut nüfus artışının devam etmesi durumunda her dört AB vatandaşından birisinin Türk olacağını belirten Helmut Schmith, Türkiye'nin AB tam üyeliğine bu gerekçe ile karşı çıkmaktadır.
- Halkın özelliklerini, politik eğilimlerini dikkate almadan hareket etmek galip işgalci orduların işini bile çok zorlaştırabilir. Örneğin Rusya seferinin ilk aylarında Alman ordularını kurtarıcı gibi karşılayan Slav halklar, Alman-Nazi ırkçılığı tarafından aşağı ırk muamelesi görüp ezilmeye başlanınca tekrar Stalin'i desteklemeye başlamışlardır. Doğu Türkistan'ı işgale hazırlanan Japon ordusu 30.000 askerini bir tören ile Müslümanlığa geçirmiş ve Doğu Türkistan'a kurtarıcı niteliğinde bir ordu olarak girmeyi tasarlamıştır. Bu hareket Doğu Türkistan'daki Müslüman halka yönelik psikolojik operasyondur ve temelinde halkın inançlarının tanınması vardır. Irak'ta ABD operasyonuna destek vermek üzere bulunan Güney Kore askerlerinin bir bölümü Irak'a yollanmadan önce Müslüman olmuşlardır. Bu da Araplarla iyi ilişki kurmak için yapılan bir psikolojik operasyondur.
- İstihbarat analizcisi, dinin kendisini, felsefe yapısını, tarihsel ve teolojik süreç içinde onu etkileyen kaynakları ve öngördüğü insan modelini incelemelidir. Ülkedeki değişik dinlerin/mezheplerin varsa büyüme hızı, rejime karşı tavırları, hükûmetin dinî gruplara karşı tavrı tespit edilmelidir. Özellikle 21. yüzyılın başında uluslararası ilişkilerde dinin öneminin arttığı düşünülür ise din ile ilgili ciddi bir temel bilgi, doğru analiz için kaçınılmazdır. 1970'lerin sonunda doğru bir Şia/İslam analizi yapamayan CIA İran'da Şah'ın devrileceğini ve İslami rejimin kurulacağını öngörememiştir. Oysa CIA'nın 1955'te doğru bir din zeminli analiz yaparak 1 milyona yakın Kuzey Vietnam'da yaşayan Katolik Vietnamlıyı Güney Vietnam'a getirerek Güney Vietnam'da rejime güç kazandırdığı görülmüştür. ... Misyonerlik çalışmaları "Avrupa'da yaşayan Türkler de kendi camilerini yapıyorlar. Orada da birçok Avrupalı Müslüman oluyor" şeklinde naif bir tespit ile geçiştirilemez. Çünkü Batı kaynaklı misyonerlik "siyasi ve örgütlü" bir misyonerliktir. Eğer Türkiye Avrupa'da örgütlü ve siyasi hedefli İslam misyonerliği yapsa idi Avrupa istihbarat servislerinin buna müsaade etmesi söz konusu olmazdı. 21. yüzyılda dinler arası mücadelenin öneminin artacağından hareketle bütün dünyada istihbarat servislerinin bu özel alanın gerekleri ile başa çıkabilmek için ya ilahiyatçı kökenli istihbaratçılar yetiştirmesi ya da istihbaratçıları ilahiyatçı yapması gerekmektedir. İkinci yol daha kolay ve sağlıklı gibi görünse de değildir. Bir istihbaratçının ilahiyatçı olmasındansa bir ilahiyatçının istihbaratçı olması daha kolaydır.
- Şehadetin Türk kültürü içindeki yerini analiz etmeden Türk Ordusu'nun savaş yeteneğini anlamak mümkün değildir.
- II. Dünya Savaşı'nın başlamasından kısa bir süre önce, Paris'teki Türk askerî ataşesi Ankara'ya verdiği bir raporda, Paris'teki bir kafede yaşadığı bir olaydan yola çıkarak Fransa'nın çıkacak bir savaşı kaybedeceğini yazmıştır. Türk askerî ataşesi, kafede garsonların Fransız subaylara karşı davranışlarından yola çıkarak, subaylarına saygısız davranan bir halkın savaşı kaybedeceği sonucuna ulaşmıştır.
- Bir ordunun savaşa hazırlanırken dikkate alacağı en önemli hususlardan birisi de coğrafya ile birlikte hava ve iklim koşullarıdır. Dünyanın en güçlü ordularının hava/iklim koşullarının yeterince dikkate almadığı durumlarda sonuç savaşın yitirilmesi olmaktadır. Örneğin 2. Dünya Savaşı'nda Alman Ordularını Rus cephesinde önce durduran sonra mağlubiyete sürükleyen en önemli faktörlerden birisinin "General Kış" olduğunun söylenmesi boşuna değildir. ABD'nin Tahran Büyükelçiliğinde rehin tutulan Amerikalı diplomatları kurtarmak için düzenlenen 1979 yılındaki "Kasım Fırtınası" adlı Amerikan özel operasyonunun sonucu başarısız olması da hava koşulları ile ilgilidir.