- Ola ki başka bir masala gidecektim ama, henüz o masal yaratılmamıştı. Hiç kuşkusuz, beni anlatacak olan masal söylenir söylenmez uçup gidecektim.
- Çünkü, yüzyıllardır çözülemeyen acayip bir bilmeceydi insan. Derinlerden daha derin bir sırdı ya da, ucu bucağı olmayan, içi pisliklerle, içi eşsiz güzelliklerle dolu, alabildiğine karanlık ve karmakarışık bir evrendi.
- Ak sakallı meşenin dediğine göre, böyle bir şeyi istesem bile, insanoğlu beni duymazdı zaten. Sağırdı çünkü o; kokularıma da, yeşillerime de, duruşuma da sağırdı. Sözün özü, insanoğlu benim soyumun dilini çözememişti henüz; kokuca konuşsam da anlamazdı, renkçe konuşsam da...
- Binlerce bitkinin kokusu vardı rüzgârda, binlerce bitkinin şekli, rengi ve fısıltısı vardı. İnsan sesleri vardı sonra çeşit çieşit, hayvan sesleri, tepelerin yüksekliği, denizlerin genişliği, nehirlerin uzunluğu vardı. Rüzgârı okumasını bilenler, canları isterse, hiç görmedikleri bir denizin tuzunu bile tadabilirlerdi sözgelimi. Ya da, yıllar önce ölen bir ihtiyarın, gençliğince attığı gevrek kahkakarı bile duyabilirlerdi.
- Güzelliği yaratanlar nerede tükenebilir, kimlerce tüketilebilir ki?
- Müzisyenlik yapan saf yürekli bir delikanlının kucağında, durup dinlenmeden şarkılara batıp çıkıyordu. Her gün değişik şarkılarla uyuyup değişik şarkılarla uyanıyordu. Uzak bir Akdeniz kasabasında, belki de ak köpüklü dalgaların üstünde, usul usul sallanan bir teknedeydiler. Mavi parıltılarla yanıp sönen, bol güneşli, uçsuz bucaksız suların ortasında...
- Keşke ufacık bir kuş olsaydım, balık olsaydım, ya da ne bileyim, dere kenarındaki sazlıkların içinde zıplayan duran pörtlek gözlü bir kurbağa falan olsaydım...
- Çok geçmeden, tahmin edeceğiniz gibi, ortalık birdenbire çamların çığlıklarıyla dolup taştı. Savrulan baltalar, gözlerinin yaşına bile bakmadan, ortalıkta uçuşan bu çığlıkları da biçti tabii. Biçilince, parçalara ayrılan çığlıklar daha da acılaştı...
- Az önce gölgemde terlerini kurutup karınlarını doyuran iki adam, şimdi hızla balta savuruyordu gövdeme. Darbeleri aldıkça, o zümrüt yeşili yapraklarım tiril tiril titremeye başlamıştı. Bu yüzden, önce onlar düştüler yere. Boşlukta savrulup çığlık çığlığa uçuştular. Gürültüyle, acıyla, dallarımla ve uçuşan yapraklarımla, gökyüzünün maviliğini çizerek devrildim.
- Kuşlar dallarımıza konmuyordu artık. Dallarımız yoktu çünkü. Rüzgâr, burcu kokulu elleriyle yapraklarımızı okşayıp geçmiyordu. Çünkü, yapraklarımız da yoktu. Olsa olsa, yalnızca hayallerimizde buluşabiliyorduk kuşların cıvıltısıyla. Rüzgârın ellerine, hayalî yapraklarla, yalnızca hayallerimizde dokunabiliyorduk.