SEYAHAT SANATI, ALAIN DE BOTTON, Yazar, ING-2002, TR-2005(3.Baskı), Sel Yayın, Çeviren: Ahu Sıla Bayer, 259 sf.
http://www.kitabinomurgasi.com/2014/10/alain-de-botton-seyahat-sanati.html
-SEYAHATLER, dolaylı da olsa, iş ortamının ve ayakta kalma mücadelesinin ağır koşullarından sıyrıldığımızda NASIL bir yaşamımızın olacağını, İSTEDİĞİMİZ gibi yaşamaktan NE ANLADIĞIMIZI ortaya koyar.
...seyahatlerimizden aldığımız haz, belki de gittiğimiz yerle değil, giderkenki ruh halimizle ilgilidir.
...bezginlik ve umutsuzluk boğazımıza yapışmışken, bir yerlerde bir UÇAĞIN kalktığını bilmek ne büyük bir zevktir; Baudelaire'in dediği gibi: Nereye olursa olsun! Nereye olursa olsun!
...Yaşamımızda çok az an vardır ki bir uçağın havalanışı kadar yürek ferahlatıcı olsun.
...(uçaktan) bu kadar yüksekten bakıldığında yaşamımızın ne kadar küçük olduğu gelir aklımıza.
-MUTLULUK, beklentilerimizdeki gibi kesintisiz ve uzun süren bir memnuniyet duygusu değildir. Aksine, aklın ve bilincin de işin içinde olduğu, KISACIK ve TESADÜFİ bir olgudur.
İnsanın MUTSUZLUĞUNUN tek nedeni, odasında SESSİZCE OTURMAYI BECEREMEMESİDİR (Pascal).
MERAKIMIZ dünyayı kucaklamak için çabalar durur, ta ki o elde avuçta durmayan HİÇBİR ŞEYDEN SIKILMAMA aşamasına gelinceye kadar.
-YOLCULUKLAR düşüncelere gebedir. Hareket eden bir uçak, gemi ya da tren kadar bizi kendimizle konuşmaya sevk eden pek az yer vardır. Önümüzdeki manzarayla aklımızda gelip giden düşünceler arasında garip bir bağlantı vardır: Geniş düşünceler geniş manzaralara, yeni düşünceler yeni mekanlara ihtiyaç duyar.
-Yirmi dört saat açık olan kafeterya, istasyondaki bekleme odası ya da motel, sıradan dünyada kendine bir ev edinmemiş ama BAŞINI DİK TUTMUŞ İNSANLARIN sığınağıdır. Baudelaire'in Şairler adını verebileceği, bu adla şereflendireceği insanların.
-OTEL ODALARI aklımızın alışkanlıklarımızdan bir süre için sıyrılma fırsatı verir bize. ...buraya gelişimize kadarki deneyimlerimizi bir çizgiyle ayırır, geçmişimize tepeden bakarız.
-Küçücük bir TABELAnın bile bir ülkeden başka ülkeye değişimler göstermesi, basit ama hoşa giden bir düşüncenin kanıtıydı: Kendi ülkesinin sınırlarını aştığında farklı niteliklere ve birbirinden değişik uygulamalara tanık oluyordu insan. ...Tabela, mutluluğun habercisiydi.
-REHBER KİTAPLAR bir yeri övdükleri zaman, o yeri gezen bizleri kendi otoriter beğenileriyle uyum içinde olmaya zorlarlar, onların tek bir cümle bile ayırmadığı yerle ilgilenmemiz ya da orayı beğenmemiz pek yakışık almaz.
-Güzelliği görebilmek için gözlerimizi açmamız yeterlidir; fakat güzelliğin hafızamızda yer etmesi, onu DERİNDEN KAVRAMAMIZA bağlıdır. Fotoğraf makinesi bakmakla görmek arasındaki ayrımı bulandırır, görmekle sahip olmayı iyice birbirine yaklaştırır; bize gerçek bilgiyi sunuyormuş gibi görünür ama aslında GÜZELLİĞİ ANLAMA ÇABASINI GEREKSİZ KILAR.
-W.Wordsworth: DOĞA; şehir yaşamının yol açtığı psikolojik yaralara deva olan bir panzehir görevi görür... cansız nesneler etraflarındaki her şeyi etkileri altına alır. ...manzaralar, bizlere bir takım DEĞERLERİ AŞILAMA GÜCÜ'ne sahiptir: Meşeler gururu, palmiyeler azmi, göller de sakinliği öğretir, ERDEMLİ OLMA yolunda sessiz sedasız bize ilham verirler.
Günlük yaşamdaki şeylere YENİ OLANIN BÜYÜSÜNÜ, doğaüstü şeylere de TANIDIK OLANIN SICAKLIĞINI kazandırır doğa.
-Nietzsche, iki farklı turizm (dışarıda ve içeride) seçeneği sunuyordu okura: İlk seçenekte, başka kültürleri tarihinde İNSAN KAVRAMINI GENİŞLETMEYİ ve DAHA GÜZEL bir hale getirmeyi başarmış şeylerin peşine düşmeyi; ikinci türde ise, içinde yaşadığımız toplumun ve kimliğimizin TARİH BOYUNCA NASIL DEĞİŞİM geçirdiğini ve bugünlere nasıl gelindiğini araştırmayı, sonucunda da bir devamlılık ve aidiyet hissi edinmeyi. İkinci türden turizmi uygulayan kişi, kendi BİREYSEL ve FANİ varlığının ÖTESİNE bakıyor; yaşadığı evle, üyesi olduğu toplumla veya içinde yaşadığı şehirle aynı ruhu taşıdığı hissine kapılıyordu.
-John Ruskin: GÜZELLİĞE sahip olmanın aslında tek bir yolu, güzelliği ANLATMAKTAN ve ona neden olan PSİKOLOJİK VE GÖRSEL ETKENLERİN BİLİNCİNE VARMAK'tan geçer.
Bilinçli anlama sürecini gerçekleştirmek için ise en etkili yöntem, güzel yerleri sanat yoluyla tasvir etmek, RESİM ya da YAZIYA dökmektir.
Ayrıntıları görmeye çaba sarf ederek, geçmişini öğrenerek, resim yaparak, edebi resimler yapıp anlatarak güzellik anlaşılabilir.
Hepimiz sözcüklerle resim yapabiliriz. Bunu yapmıyorsak, sıradan bir bunu sevdimden bunu sevdim, çünküye geçmiyorsak, nedeni, kendimize yeteri kadar SORU SORMAYIŞIMIZ, gördüklerimizi ve hissettiklerimizi kesin ifadelerle ANALİZ etmeyişimizdendir.
-Nietzsche: Bazı insanlar sıkıcı ve gündelik deneyimler yaşamalarına karşın onları öyle bir düzene koyarlar ki, deneyimler yılda üç kez ürün veren verimli bir toprağa dönüşür; diğer insanlar ise (ki onlardan ne çok var etrafımızda!) kaderin dalgalı sularına, bütün zamanların ve kültürlerin çok hücreli akıntılarına kapılıp gitmişlerdir, ama yine de mantar tıpa gibi suyun yüzeyindedirler hep. Gözlemimizden çıkaracağımız sonuçsa şudur: İnsanlık, AZDAN ÇOK YAPMASINI bilen bir azınlık ve ÇOKTAN AZ YAPMASINI bilen bir çoğunluk olarak ikiye ayrılmıştır.
-Çölleri aşmış, buzulların üzerinde dolaşmış, balta girmemiş ormanlardan geçmiş nice insanlar tanırız; ruhlarında bütün bu yaşadıklarına dair bir iz, bir kanıt arar, bulamayız. Pembeli pijamalarının içinde, kendi odasının sınırlarında yaşamaktan memnun olan De Maistre, bizi usulca dürter, uzak diyarlara seyahat etmeye kalkışmadan önce ÇEVREMİZDE GÖRÜP ÖNEMSEMEDİKLERİMİZE BAKMAMIZI hatırlatır bize.
Diğer Alain de Botton Sözleri ve Alıntıları
- Bitirip de postalamamaya karar verdiğimiz mektuplar, postaladıklarımızdan çok daha ilginç olabilir.
- Her şey güzel giderken bazı şeyleri görmezden gelmemiz normal belki de. Eğer bir araba gayet iyi çalışıyorsa, onun o karmaşık işleyişini öğrenmemize ne gerek var? Sevilen kişi sadakat gösteriyorsa, neden insan ihanetinin dinamikleri üzerinde duralım? Toplumda hep saygı görüyorsak, toplumsal yaşantının insanı nasıl aşağılayabileceğini incelememize ne sebep olabilir? Ancak kederin içine battığımız zaman, Proust'un yaptığı gibi, kabul edilmesi zor hakikatlerle yüz yüze gelir, başımızı yorganın altına gömüp, sonbahar rüzgarında dökülen yapraklar gibi ağlarız.
- Balzac aksi, Stendhal konuşma özürlü, Baudelaire takıntılı olabilir; ama bu gerçekler, yaratıcılarının kişisel kusurlarından hiç iz taşımayan yapıtlara yaklaşımımızı niçin etkilesin?
- Roman kahramanlarının yaşadıkları deneyimler, bize insan davranışlarına ilişkin çok geniş bir yelpaze sunuyor; yakın çevremizde dile getiremediğimiz duygu ya da düşüncelerimizin özde ne kadar normal olduğunu kanıtlıyor.
- Yaşadığımız zorluklardan utanç duymamalıyız ama eğer bu zorlukları işleyip bunlardan güzel bir şey ortaya çıkaramadıysak belki o zaman utanabiliriz.
- Aslında her acı, bir şeylerin ters gittiğini gösteren bir işarettir. Sonuç, acıyı çeken kişinin zekasına ve zihinsel gücüne bağlı olarak iyi ya da kötü olabilir. Acıdan duyulan sıkıntı kişiyi paniğe de sürükleyebilir; onun, sorunun ne olduğu konusunda doğru bir analiz yapmasını da sağlayabilir. Haksızlığa uğrayan kişi gidip bir cinayet de işleyebilir, dünyayı sarsacak bir ekonomi kuramı da ortaya atabilir. Kıskançlık duyan insan tatsız biri haline de gelebilir, rakibiyle karşılaşmaya karar verip ortaya bir başyapıt da çıkartabilir.
- En büyük sanat yapıtları bizim kim olduğumuzu bilmeksizin doğrudan bize seslenen yapıtlardır.
- Eğer kimse bizim var olduğumuzu görmüyorsa var olamayız; söylediklerimizi kimse anlamıyorsa söylediğimiz şeylerin bir anlamı yok demektir. Arkadaşlarla birlikte olmak kimliğimizin birileri tarafından onaylanması anlamına gelir; onların bilgi ve ilgileri bizi içinde bulunduğumuz ataletten kurtarır. Dostlar şakayla karışık yaptıkları yorumlarla bizim kusurlarımızı bildiklerini ama bizi olduğumuz gibi kabul etiklerini açığa vururlar; dolayısıyla da dünyada bir yerimiz olduğunu bize hatırlatmış olurlar. Onlara "Bundan korkmuyor musun?" ya da "Hiç böyle şeyler hissetmiş miydin?" gibi sorular sorduğumuzda bizi anlarlar; oysa sorularımızı duyunca şaşkın bir yüz ifadesiyle "Hayır, doğrusu hissetmedim." yanıtını veren birinin yanındayken, fiziksel olarak tek başımıza değilsek de, kendimizi kutupları keşfe çıkmış bir bilim adamı kadar yalnız hissedebiliriz.
- Toplumsal yaşam, başkalarının bizimle ilgili algıları ile bizim kendi gerçekliğimiz arasındaki uyuşmazlıklarla örülü. Temkinli olmaya çalıştığımız zaman aptallıkla suçlanıyoruz. Utangaçlığımız kendini beğenmişlik, başkalarını memnun etme isteğimiz dalkavukluk olarak algılanıyor. Bu yanlış anlamalara son vermek istiyoruz ama birden boğazımız kuruyor, ağzımızdan çıkan sözlerden hiçbiri asıl söylemek istediklerimiz olmuyor.
- Başkaları hatalı olabilir, önemli konumlara gelmiş kişiler bile olsalar; büyük çoğunluk tarafından yüzyıllardır kabul görmüş inançları dile getiriyor bile olsalar. Bunun nedeni de çok basit: Çünkü bu insanlar inandıkları şeylerin mantıklı olup olmadığını hiç gözden geçirmemişlerdir.