- Babam benim için "insan" olarak hemen hemen hiç mevcut değildi; yalnız "Baba" dedikleri mücerret bir kavramın insan şeklinde görünüşüydü. Akşamları kaşlarını çatarak sessiz sedasız eve giren ve ne bizi ne annemizi hitaba layık görmeyen, saçsız başlı, değirmi(eni boyuna eşit olan), kır sakallı adamla, Havuzlu kahvede göğsünü bağrını açıp gülüşerek ayran içen ve küfür savururak tavla oynayan adam bence birbirinden tamamıyla ayrıydı... Bu ikincisinin babam olmasını ne kadar isterdim...
- Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanma kudreti bırakmamıştı.
- Bir insanı kendisi kadar, kendi düşünceleri, dertleri, korkuları ve noksanları kadar ne meşgul edebilirdi?
- Demek hayat böyle... İki adım ilerisi görülmeyen, sisli ve yalpalı bir deniz.
- Günler orağın biçtiği saplar gibi üst üste yığılıp kalıyorlardı.
- İnsanlara kızmama imkân yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkân yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?
- "Ecnebilere bu kadar hürmet edilen bir memleket görmedim!" diyordu. "İsviçre bile, refahını ecnebi seyyahlara borçlu olduğu halde, böyle değildir. Halk her yabancıya adeta zorla evine girmiş biri gibi bakar... Halbuki Türkiye'de herkes, bir ecnebiye bir kolaylık yapmak için sanki fırsat bekliyor; sonra Ankara pek hoşuma gidiyor!"
- Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgârlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?
- Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam...
- Hayatını anlamlı kılan ne varsa kim varsa, sakın bırakmayın, sakın vazgeçmeyin...