- "Yusuf, sen neden okumak istemiyorsun?" "Okumak öğrendim ya! Daha ne okuyayım!" "Canım, bu kadar yetmez. Bu dünyada birçok şeyleri bilmek lazım!" "Sırası düştükçe bilenlerden öğrenirim!"
- "Hocanın bildiği birisinin işine yarasa, kendi işine yarardı. Sen bile okudun bildin de ne oldun sanki? Benim babam bir şeycikler bilmezdi ama, evinde sözü senden çok geçerdi," dedi ve usulca, mahrem bir tavırla ilave etti: "Şu Şahinde anam sa- bahacak envek gibi dırlanır durur da bir yolunu bulup onu bile susturamazsın; ne edeyim ben senin okumanı?" Bu sözlerin çocukça ve basit olması, onlarda oldukça hakikat bulunmasına mani değildi...
- En istihfaf edilenler, yüzsüz, korkak, yılışık ve haylaz olan bir sınıftır ki, bunlann çoğunu memur çocuklan teşkil eder. Usulsüz bir terbiye ile evde mütemadiyen dayak yiyen, izzetinefis namına bir şeyleri kalmayan ve mektep kaçkınlığını itiyat eden bu çocuklar, hakiki kabadayılar tarafından daima hor görülür.
- Çok kere bunlar yanından geçerken, Yusuf, içlerinden birini durdurup konuşmak arzusunu duymuştu; havadan sudan, ne olursa olsun birkaç şey konuşmak. Çünkü altı seneden beri kendisi gibi konuşan birine rast gelmemişti ve bu zeytin amelesinin kendisi gibi konuşacağına dair içinde müphem bir kanaat vardı.
- Hakikaten, ne yaparsa yapsın, kimlerle arkadaş olursa olsun, alışamıyordu bu şehirlilere vesselam... Kendisini mütemadiyen yabancı ve ayrı buluyordu. Onlann işlerine akıl erdiremi-yordu. Mesela, en sevdiği arkadaşlan bile onu bazen şaka olsun diye aldatırlar, hiç lüzumu yokken yalan söylerlerdi. Yusuf rvvela içerleyecek oldu; fakat bunun herkes tarafından yapıldığını ve çok tabii bir şey olduğunu görünce kızmaktan vazgeçti, fakat hayreti hâlâ geçmemişti: Niçin durup dururken yalan söylemek ihtiyacını duyuyorlardı?
- "O kızı, karı diye alıp evime götürmezsem, anam avradım olsun. Şakir'in kim olduğunu belletmeli o yabancının Yusuf'una!"
- "Gözünü aç da kâğıdı kaptırma... O oğlanı pek gözüm tutmuyor!.." dedi. Halbuki akşam üzeri camlan nefesten buğulanan Çınarlı Kahve'ye, arkasında iki de adamıyla birlikte giren Hacı Etem'i, Yusuf ayakta karşıladı; ondan senedi alınca, karşısındakinin beklediği gibi, yırtmaya veya kaçmaya kalkacağı yerde, güzelce katlayıp cebine koydu ve gocuğunun cebinden büyükçe bir meşin kese çıkararak beyaz boyalı demir masanın üzerine altınları saymaya başladı. Üç yüz yirmi lira tamam olunca yine karşısındakinin yüzüne bakmadan ve bir şey söylemeden kapıya gidip yağmurun içinde kayboldu.
- ''Siz, ne biçim insanlarsınız?.." Bu sözlerde bir sualin bütün talepleri, anlayamamanın bütün isyanı toplanmış gibiydi.
- Ali tekrar kafasının içinde dolaşan mevzuya dönmek için: "Herhalde baban parayı ödemeli!.." dedi. Yusuf ancak birkaç saniye sonra intikal ederek: "Nasıl öder?" diye cevap verdi. "Neyle öder?.." O zaman Ali, birdenbire, kendisinin bile şaştığı bir cesaretle: "Ben vereyim..." dedi. Yusuf ağır ağır, karşısındakinin gözlerinin içine baka baka: "Muazzez'i sen mi istiyorsun?" dedi. Ali, gene kıpkırmızı olarak önüne baktı. Yusuf yerinden kalkıp Ali'nin omzuna vurdu: "Bu dünyada karşılıksız hayır işlenmediğini öğrendim de onun için sordum,"
- Artık boş ümitleri kafasından atmaya çalışıyor ve kendini avutmak için Kazdağı eteklerinde bir köyde bulunan amcasına gitmeyi düşünüyordu.