- Sekiz yaşındayken hâlâ o eski arabaya biniyordum ve içinde asil bir kral gibi oturuyordum. Bu araba çirkin, eski püskü bir şeydi; kimseden iyi muamele görmüyordu. Hep tekmeleniyor, devriliyor, itiliyor ve üstüne basılıyordu. Herkes onunla alay ediyordu. Ama benim gözümde neredeyse bir insan gibi sevilmeye değerdi. Benden başka kimsenin takdir edemeyeceği garip bir saygınlığı vardı sanki.
- Ellerimin görüntüsünden, aynada gördüğüm sallanan kafamdan ve çarpık ağzımdan nefret ediyordum artık. Çok geçmeden aynadan da nefret etmeye ve korkmaya başladım. Bana çok fazla şey anlatıyordu. Diğer insanların bana baktıklarında ne gördüklerini; ağzımın onu her açtığımda çarpıldığını, çirkin ve aptal görünmeme neden olduğunu, konuşmaya çalıştığımda ağzımdan anlamsız sesler çıktığını ve salyalar aktığını, gülümsemeye çalıştığımda yüzümün kırışıklarla dolu bir maske gibi göründüğünü, kafamın titreyip bir o tarafa bir bu tarafa sallandığını görmemi sağlıyordu.
Gördüğüm şeyden korkmuştum, çünkü daha önce böyle göründüğümü düşünmemiştim hiç. Aynalara daha önce de bakmıştım, fakat neye bakacağımı bilmiyordum, tuhaf bir şey görmemiştim. Şimdi aynaya her bakışımda, aynı komik yüz arkamdan pis pis gülüyordu. Bir gün, gözyaşları içinde yatağıma tırmandım, sol ayağımı uzattım, duvara çiviyle asılmış olan küçük aynayı çıkarıp yere fırlattım. Paramparça oldu. - Hayal kırıklığımı gizlemek için bütün gün resim yapıyordum; bir anlamı ya da teması olmayan, küçük, çılgın resimlerdi bunlar. Kaynayıp duran zihnimin kaba ve pervasızca kâğıda yansımasıydı.
- Çarpık ağzım, yamuk ellerim ve işe yaramaz bedenim yüzünden bütün dünyaya kırgındım. Çevremde normal ve kusursuz olan her şeye bakıyordum ve kendi kendime neden farklı olduğumu, neden diğer insanlarla aynı duygu, ihtiyaç ve duyarlılıklara sahipken, normal bir yaşam sürmemi engelleyen, hatta kendimi her gördüğümde midemin bulanmasına yol açan işe yaramaz bir bedene sahip olduğumu belki yüzüncü kez soruyordum. Dört gözle bekleyecek neyim vardı? Ayak parmaklarıyla resim yapan bir sakattan başka bir şey olmam mümkün müydü? İnsanların gözünde ayak parmaklarıyla resim yapıyor olmam müthiş bir şeydi ve bana şanslı olduğumu söylüyorlardı; evet, doğruydu, fark edilen bir çocuktum. Ama sol ayağımla resim yapmam nasıl bir fark yaratacaktı? Fark edilen biri olmamın ne faydası vardı? Ben fark edilen biri olmak istemiyordum, diğer insanlar gibi sıradan olmak istiyordum. Diğer insanların elleriyle yaptıklarını sol ayağımla yapmam insanlara harika geliyordu. Belki de öyleydi, bilmiyorum. Ellerimi kullanamadığım için ayaklarımı kullanıyordum; ama bu benim gurur duymamı veya eşsiz olmamı sağlamıyordu. Aslında sol ayağımı hiçbir zaman, çok iyi tanımadığım insanların yanında kullanmıyordum; çünkü bu kendimi aptal hem de beceriksiz hissetmeme neden oluyordu. Kendimi gösteri yapan bir maymun ya da fok balığı gibi hissediyordum.
- Yavaş, şahane ve asildi; kulağıma inanılmaz derecede güzel geliyordu. İçime işliyor, gönlümde bir tele dokunuyor ve bütün ruhumun haz duymasına neden oluyordu. Eşsiz nameler sona erene dek müziğin benim için yarattığı dünyada kaldım. Uzun bir süre sessizce oturdum; yavaş yavaş günlük sıradan dünyaya sırtımı döndüğümü fark ettim. Bu, Handel'in Largo'sunu ilk dinleyişimdi. Unutulmaz bir deneyimdi.
Müzik bana yeni bir dünyanın kapılarını açmıştı. Parlak ve güzel bir dünyaydı bu; bazen keyifli ve gürültülü, çoğu zaman düşünceli ve hüzünlü. Radyodan başka bir yerde müzik dinlememiştim, hayatımda hiç opera görmemiş, senfoni konserine gitmemiştim. Yine de kısa zamanda bütün büyük bestecileri ve eserlerini öğrenmeye başladım. En sevdiğim Chopin oldu; fırsatım olsa bütün gün onun piyano müziğini dinleyebilirdim.
Oturup müzik dinlerken içimde hayatımın düşündüğüm kadar aptal ve amaçsız olmadığına ilişkin bir duygu oluşuyordu. Parçalar yerine oturdukça yavaş yavaş şekillenen, çok iyi düzenlenmiş bir bulmacaydı sanki. Müzik dinledikçe beni mutlu eden ve umutlandıran bir duygu akımı oluyordu adeta. Müzik, beraberinde bir şeylerin olacağına dair vaatler ve umutlar getiriyordu. - Asla diğer insanlar gibi olamayacaksam, en azından kendim gibi olacağım ve kendim gibi olmak için elimden geleni yapacağım.
- Yalnızca içimde, derinlerde bir yerde, sivri bir iğnenin çocukluğumun bütün güzelliklerini ve hayallerini delip par çaladığını, sakatlığımı çırılçıplak, saklanamayacak kadar güçsüzleşti eşiğini hissediyordum.
O zamana kadar kendim hakkında düşünmemiştim. Evet, zaman zaman diğerleri gibi olmadğıma dair bir his zihninde belirli beni rahatsız ederdi. Ancak diğer şeylerin pırıltısı kara bir noktaydı ve hemen unuturdum. Erkek kardeşleriyle futbol oynamaya devam eder, kendinin farkında olmayarak, hayatın gördüğüm parçasının tadını çıkarırdım.
Ama şimdi durum farklıydı. Artık her şeyi, eğlenmeye hevesli, içi merakla dolu küçük bir çocuğun gözleriyle değil, bir sanatın, kendi derdini yeni keşfetmiş bir sakatın gözleriyle görüyordum. (Sf. 52) - Aramızda garip, hatta anlaşılmaz bir bağ vardı; bir göz kırpmasıyla diğerimizin ne hissettiğini anlayabiliyordu. Bir örümceğin kesilmiş iki bacağının, birbirlerinden ayrı olsalar bile ikisinden birinde hayat olduğu sürece hareket edebilmesi gibi bir durumdu bu. (Sf.82)
- Acı çeken bu insanları gördükçe, zihninde yeni bir ışık yandı. Dehşete kapıldım; dünyada bu kadar çok acı çeken insan olduğunu bilmiyordum. Kendini küçük kabuğuna hapsetmiş bir salyangoz gibi, dışarıdaki kalabalık dünyayı yeni yeni görmeye başlıyordum. Beni asıl şaşırtan şey, çoğunun durumunun benimkinden daha kötü olmasıydı.
O zamana kadar bunun mümkün olabileceğini düşünmemiştim. Birden, bunca zamandır kör olduğumu, benim acılarımın diğer insanların acıları yanında hiç kaldığını hissetmeye başlamıştım. (Sf. 99) - Konuşamamak, insanlarla sıradan ilişkiler kurmamda her zaman en büyük engel olmuştur. Bana en acı veren engelimdi; çünkü konuşma olmazsa insan kaybolmuş gibidir, milyonlarca şey söylemek isterken bir kelime bile edemez. Yazmam gayet iyiydi, fakat sadece yazılı kelimelerle anlatılamayan, 'hissettirilen eden' bazı duygular vardır. Yazmak, ölümsüz olabilir ama sesin yaptığı gibi iki insan arasındaki boşluğu kapatan bir köprü kuramaz. Bir arkadaşımla tartışmayı ya da bir kızla birkaç dakika sohbet etmeyi, dünyadaki en iyi kitabı yazmaya tercih ederdim. (Sf. 164)