- Ona göre esas olan, zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyva ısırır gibi, kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felaket düşüncesinin üstünde bir talihin kendisini tamamlaması lazımdı . Istırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçılamazdı. Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti . Genç kadın musikiyi seviyordu. Bu belki onu tüketebilirdi; fakat bu kadar güzel bir şeyin içinde onunla beraber tükenmek mukadderse bundan ne diye kaçmalıydı?
- Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar, ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler. Acımak, söylendiği kadar kolay bir şey değildi. İnsanın her tattığı şey, içinde bir bıçak gibi çalışıyordu.
- Muttasıl gömlek değiştiriyor, hint'i, çin'i, efgan'ı, arap'ı, türk'ü hep soyunuyoruz; soyundukça üstümüzden attığımız şeylerin alelade ekler olduğunu, daha derinden birtakım şeyler çıkarıp atmak lazım geldiğini görüyoruz. o zaman korkuyoruz; olduğumuz yerde imdat arar gibi sağa sola bakıyoruz. Sonra tekrar başlıyoruz, gene tabaka tabaka soyunuyoruz, tırnaklarımızla derimizi yüzer gibi bir şeyler daha atıyoruz. Zaten biz soyunmasak bile onlar üzerimizden lime lime dökülüyorlar.. Fakat olmuyor, bize lazım olan, gömlek değiştirmek değil, içten değişmektir. Bu sadece dıştan yapılacak şey değil, bunu olduğumuz yerden yapamayız, içten, dıştan her ufuk, bir görüş zaviyesidir.
- Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz... Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz...
- Fakat bu kadar kafi değil.Saat zamandır bunu düşünmemiz lazım.
- Halit Ayarcıya ne kadar güç ve biçare vaziyette olduğumuzu göstermek için onu hemen o anda anlattım. -Bula bula bunu buldum,,,Düşünün artık halimi
- Ölümün zaferinin yanı başında, imkansız bir kışın kasıp kavurduğu bir bahçede, buzların kilidi çözülür çözülmez başlayan o acayip baharlar gibi, yavaş yavaş hayatın türküsü yükseliyordu.
- Yahya Efendi İstinye'de bülbül dinlemesini seviyordu. Ko kafes nağmesini nağme-i peyderpeye gel, Râyegân dinleyelim bülbülü İstinye?ye gel . beyti onundur.
- Bir ağacın ölümü, büyük bir mimari eserinin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki, biz bir asırdan beri, hatta biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünde şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi eriyor, kül, toprak yığını oluyor, İstanbul'un her semtinde sütunları devrilmiş, çatısı harap, içi süprüntü dolu medreseler, şirin, küçük semt camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak bir himmetle günün emrine verilecek halde olan bu eserler her gün biraz daha bozuluyor. Adeta bir salgının, artık kaldırmaya yaşayanların gücün yetmeyen ölüleri gibi oldukları yerde uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.
- Küçük, büyük her çeşmeyi iri gövdeli bir çınar yahut servi beklerdi.Mimarın veya hayrat sahibinin diktiği ağacın büyüdüğünü görüp görmemesinin ehemmiyeti yoktu.Dikilmiş olduğunu bilmesi yeterdi. Bilirdi ki toprağa emanet edilmiş bir ağaç, mahalleye, semte, hatta cemiyete ve bütün bir imana emanet edilmiş bir değerdi.